Qijika Reş Dergisi / Sayı:3
Bireysel bir duruş olarak vicdanî red, savaşa karşı, daha doğrusu, ölmeye ve öldürmeye karşı “iradi” bir tavır sergilemektir. Askerliğin ulus-devlet yasalarınca zorunlu olmasına gösterilen bu tepki, kamusal alanda gerçekleştirilen beyana dayanır. Böylece kişi kendi gerekçelerini sunarak askere neden gitmeyeceğini açıklamış olur. Vicdanî ret açıklamaları kişi isimleri kadar farklılık gösterir ki hepsi de belli özgünlüğe sahiptir. Bunların arasında inanç, etnisite, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği ve antimilitarist etik gibi devletin göz ardı ettiği, buna karşılık birey ve toplulukların sahip çıktığı olgu ve değerleri sayabiliriz. Mehmet Tarhan’ın vicdanî ret açıklaması bu yüzden Enver Aydemir’in açıklamasından farklıdır, tıpkı Tayfun Gönül’ün vicdanî ret nedenleri ile Ercan Aktaş’ın gerekçelerinin farklılık arz etmesi gibi.
Vicdanî ret kavramı geçtiğimiz yıl kâh referanduma açıkça “evet” demekten imtina etmeyen bazı basın-yayın organlarınca kâh yeni bir siyasal alan açmak adına bazı kurum ve örgütlerce epey zikredilir oldu.[1] Çoğu zaman bir vicdanî retçinin “emre itaatsizlik” ya da “firarîlik” kisvesi altında tutuklanmasıyla başlayan karşı-kampanyalarda tozlu raflardan çıkardığımız bu kavram, bugünlerde kadınların ve özellikle de Kürt hareketinin gündemini meşgul ediyor. Savaş-karşıtı kadınların toplu olarak vicdanî ret açıklamaları yönünde kendilerine çağrıcılık misyonu biçen bir centilmenin bu babacan tavrını kadınlar tartışadursun, biz yazının asıl konusu olan Kürt vicdanî red hareketine bakalım. Öncelikle Kürt retçilerin niteliğinden ziyade niceliğinin ön planda olduğu bu harekete giderek daha mütereddit yaklaştığımı itiraf etmeliyim. Neden mi? Yavaş yavaş isimler yok olmakta da ondan. Bu, elbette, halk desteğini arkasına alan Kürt hareketinin kitleselliğini gösterme gayretinden ayrı düşünülemez. Tek seferde yapılan 20’şer, 30’ar kişilik ret açıklamaları, belki de işin vicdanlardan taştığının ve bedenlere sığmadığının bir göstergesi olarak okunabilir. Keza vicdanî ret kavramı doğası gereği ne kadar farklılık barındırıyorsa Kürt vicdanî ret hareketi –yayınlanan deklarasyondan da anlaşılacağı üzere– o kadar birlik sergiliyor; özneden kopma, aslında daha çok, bir özneleşme hareketi olarak. Yaratılmaya çalışılan bu yeni öznellikle vicdanî reddin anlamında bir değişiklik meydana gelmekte; kavram, adeta birey ve toplum ayrımını ortadan kaldıran kolektif bir harekete gönderme yapmaktadır artık. Vicdanlar sadece bireylerin değil toplumsal belleğe kazınmış olarak aynı zamanda topluluklarındır da. Öte yandan böylesi iyimser bir çıkarımda bulunmak için daha çok erken, zira biri yaptığı açıklamayla diğerlerini temsil edebiliyor, birileri birilerinin adına vicdanî reddini açıklayabiliyor bu düzlemde.
Buraya kadar büyütülecek bir sorun yokmuş gibi görünebilirdi–şayet Kürt hareketi bu tavrını 90’larda göstermiş olsaydı. Şu an bunun meyvelerini yiyor olabilirdik. O zaman için aklımıza gelen en etkili sivil itaatsizlik eylemi kepenk indirme çağrılarıydı. Keza PKK’nin nispeten daha demokratik diğer özgürlük hareketlerinden farklı olarak ayakta kalabilmesinde izlediği yöntemin; sömürge karşıtı gerilla mücadelesinin önemi yadsınamaz. Şu anki siyasî konjonktürde; profesyonel ordunun gündeme geldiği bir dönemde, ilki referandum süreciyle başlayan, ikincisi anadilde eğitim talebiyle gerçekleşen boykotun üçüncü dalga hareketi olarak okunabilecek bu duruşun neye hizmet ettiğini tartışmalıyız. Vicdanî ret hakkının tanınması üzerinden gerçekleştirilen savaş karşıtı söylemle devletin –kendi asimilasyon ve sömürü politikalarıyla yüzleşmeden, gözaltında kayıp ve katliamlara dair hiç hesap vermeden– çoğul vicdanlara cevap verdiğini ilan edecek ikiyüzlülüğüne kucak açılmaktadır. Faili meçhul(!) bırakılan cinayet ve yargısız infazlardan sorumlu özel tim gibi profesyonel katillerin gerçekliği yakın gelecekte meşruiyet kazandığında bu vicdanî ret açıklamalarının hükümette yaratacağı baskının karşılığının ne olması bekleniyor? Bu sorunun muhatabı elbette ki sadece Kürt vicdanî ret hareketi olamaz. Öte yandan deklarasyonun ilk maddesinde yapılan militarizm eleştirisi somut ifadesini ancak zorunlu askerliğin kaldırılmasında buluyorsa bu ilke tartışmaya açıktır.
Önümüzde ulusalcı veya neo-liberal iştahımıza gümüş tepside sunulan iki menü –veyahut da bu ikisinin sentezi; ortaya karışık, ucube bir varyasyon– var: bir yanda demokratik gözetime tabi ulusal ordu, diğer yanda ise paralı-profesyonel ordu. Demokratik gözetim (mevcut) parlamenter sistemin inisiyatifinde olduğu sürece “vuruş gücü yüksek” bir ordu özlemine de cevap verebilecek ve/ya güvenliğin bir sektör haline getirilmesiyle kime hizmet ettiği belli olmayan, daha doğrusu; sermayenin kolluk gücü olacak bir ordu. Her iki menüde şiddet tekelini devlete havale etmesiyle kâh boğazımıza takılmaya kâh hazımsızlık yaratmaya muktedir. Güvenlik ihtiyacının iktidar tarafından bilinçli olarak yıldırıcı biçimde manipüle edilmesiyle güvenliğe yatırım yapan kapitalist toplum, korkunun politikasını ve sosyal güvenliği tüketim ve konfora sıkı sıkıya bağlı tutmaktadır (Virilio, 1998, s: 118). Amaç, savaşın insan kaynağını kurutmaksa, sadece Kürtlerin TSK askeri olmamaları bu savaşı bitirmeye yetmeyecektir. Zira güvenlik kisvesi altında toplumsal düzeni oluşturmayı ve sürdürmeyi hedefleyen bir savaşın sonu olamaz. Bu savaş, iktidarın ve şiddetin sürekli, kesintisiz bir biçimde uygulanmasını gerektirir. Artık savaş polis faaliyetinden ayırt edilemez hale gelmiştir. Güvenlik amaçlı asker ve polis faaliyetinin iç içe geçmesiyle birlikte ulus-devletin içi ve dışı arasındaki fark giderek azalır: düşük yoğunluklu savaşla yüksek yoğunluklu polis müdahaleleri kesişir. Geleneksel olarak dışarıda kurgulanan “düşman” ve geleneksel olarak içeride kabul edilen “tehlikeli sınıflar” böylece giderek ayırt edilemez hale gelir ve ikisi birlikte savaşın hedefini teşkil eder (Hardt & Negri, 2004, s:31). Kelimenin gerçek anlamıyla bunun en “canalıcı” örneğini hayata dönüş operasyonunda görmüştük. Mağdurlardan Süleyman Acar, kendisiyle yapılan bir söyleşide üzerlerine saldıran askerlerin kar maskeli olduğuna vurgu yapmıştı. Savaşçıların soyguncular gibi yüzlerini örtmeleri yerli savaşçıya tanınmama imkânı veriyordu. Bu, “serbest savaş”a bir dönüştü. Halkın güvenini kazanmış bir ordu kendi halkıyla elbette alnı açık savaşamazdı. Böyle bir savaşı durdurmak için vicdanî reddin yanında farklı eylemlilikler içine girmek gerekmektedir. Toplumun demilitarizasyonundan bahsettiğimizde, polisleştiği ölçüde profesyonelleşen bir ordu, taleplerimizi karşılamak bir yana, onun önündeki en büyük engeldir.
Uluslararası hukuk tarafından geleneksel olarak kavrandığı biçimiyle savaş, egemen siyasal birimler arasındaki silahlı çatışma olarak tarif edilirken, iç savaş tek bir egemen birime ait toprak parçasında, egemen olan veya olmayan savaşçılar arasındaki silahlı çatışma olarak kabul edilir. Uluslararası hukukun savaşa dair çizdiği bu çerçevenin altı oyulmalıdır. Sömürgeciliğe ve işgale karşı bir mücadeleyi betimlerken egemenin kurduğu ve dayattığı bir kavram olan haklı savaşı reddettiğimiz gibi savaş karşıtı sözümüzü de egemenin bunu sonlandırmasına dair taleplerimiz üzerinden kurmalıyız. Kaldı ki, isyan ya da direniş silahlı birer mücadele olsalar da savaşın bir tarafını oluşturmazlar, tıpkı Gandhi’nin bir taraf olmaması gibi. Devlet olmayanla yürütülen savaş tek taraflı olmak zorundadır. Savaşın –taraflarından biri olmasa da– nesnelerinden biri bir devlet olduğunda bile bu tek taraflılık geçerli olabilir. Vietnam bunun en somut ve bildik örneğidir. Vietnam’da gerçekleşen bir savaş mıydı, yoksa bir işgal mi?
Anti-militarist bir bakışla orduların lağvedilmesi gibi bir talebin gerçekleşmesini temsili demokrasiye bırakmanın söz konusu olmadığını teslim ettiğimizde doğrudan demokrasinin devreye girdiği bir düzlemde milis kavramını bohçamızdan çıkarabiliriz. Bu bağlamda işçi milisinin ordunun kurallarıyla yönlendirilemeyeceğini savunan Durruti’nin söylediklerine kulak verelim:
“Fabrikadaki işçi, aletlerini kullanıp üretimi yöneterek kendinde bir değişikliğin meydana gelmesine yol açar. Savaşçı da tıpkı bir işçi gibi silahını bir alet olarak kullanır ve onun eylemi de işçininkiyle aynı hedeflere hizmet etmelidir.”[2]
Burada kurulan ilişkiselliğin bir benzerini Deleuze ve Guattari’nin açımladıkları savaş makinası kavramında da görüyoruz:
“Silahlar ve aletler ittifak ilişkilerine girebilir. Savaşçı insan köylülerle ya da işçilerle ittifaka girebilir, ama özellikle savaş makinasını yeniden ortaya koymak emekçiye, köylüye ve işçiye aittir. Kaçak da olsa, asker-işçi, silah-alet, duygu-etki kaynaşması devrimlerin ve halk savaşlarının önemli bir anını oluşturur. Aletin emekten bağımsız harekete geçen şizofrenik tadı, silahın ise, onu sulh yapmaya geçiren şizofrenik bir tadı vardır. Bu hem karşılık verme (püskürtme) hem de direniştir.”[3]
Bu iki alıntıyı vurgulama nedenim, silah kullanımının militarizmle ilişkilendirilmesinden duyduğum rahatsızlıktır. Bu bakış, silah ve alet arasında kurulabilecek olası ittifakları yok saymaktadır. Oysa bu ilişki zorunlu değildir. Askerî kurum veya ordu, savaş makinasının (burada: gerilla, milis vs.) kendisi değil, onun devlet tarafından edinildiği şekle verilen addır. Bilindiği üzere Stalin’in gölgesindeki partinin militarizasyon kararına karşı daha fazla direnemeyen Durruti birliği, merkezîleştirilerek parti tarafından ele geçirilince hazin son da gecikmedi. Hareketli gerilla güçlerinin merkezi komuta altında toplanması temsil mekanizmasının kökten değişimini gerektiriyordu. Bu bağlamda Deleuze ve Guattari savaş makinası ile ordu arasındaki dinamik benzerlik nedeniyle aralarındaki yapısal farkı gözden kaçırma riskine dikkat çekerler. Hayati olan tam da temsiliyetten kaynaklanan hiyerarşi ve merkeziliktir. Bu haliyle bir şefe tabi olmakla açıklanacak, dolayısıyla karşılıklı güven temeline dayalı –gerektiğinde üyelerinin çeteyi terk etme ihtimalini de barındıran– savaş makinası kavramı, Durruti’nin anti-otoriter milis gücüne gönderme yapar niteliktedir, keza “işçi milisi mücadelede emir altındaki bir asker gibi davranmaz”. Bu yapılaşmayı kendisini ziyarete gelen Emma Goldman’a şu şekilde açıklar Durruti:
“Sanırım bu, aptalca askerî disiplin ruhuna sahip bir komutan ya da generalle benim aramdaki büyük farkı açıklar. Onlar bana kendi gönüllü iradeleriyle geldiler, onlar mücadelemiz için canlarını vermeye hazırlar. İnanıyorum ve her zaman inandım ki, özgürlük anlayışında sorumluluğun varlığı açıktır. Disiplinin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum, fakat bu, güçlü dayanışma duygularından ve kolektif fikrinden esinlenen özdisiplin olmalıdır.”[4]
Tek başına gönüllülük elbette militarizme karşı bir panzehir değildir. Korkutma ve istismarın olmadığı böyle bir örgütlenmede köylülere yardım etmek üzere kolektiflerde sorumluluk alarak onlara devrimin ekonomik hedeflerini anlatır bu milisler. Keza göçebelerin icadı olan savaş makinasının ilk hedefi de savaş değildir. Öte yandan devlet savaş makinasını kendine edindiği zaman, onun işlevini ve doğasını değiştirir, tıpkı bir korsan olan Barbaros Hayrettin’in Osmanlı ordusuna katıldığında paşa olması gibi. Artık savaş devletin amaçlarına hizmet edecektir. Kazakların hızlı ve güçlü manevra kabiliyeti olan silahlı kağnısı Taçanka da askerİ otorite bünyesinde devlet güçlerine zırhlı araç (tank vs.) olarak adapte edilmemiş miydi? Savaş makinasının bu örneklerde olduğu gibi devlet tarafından ele geçirilmesinin bu coğrafyada ve yakın gelecekte neye tekabül edeceğine bir bakalım.
84’ten bu yana gerilla ile savaşan Türk ordusunun taktiksel olarak kendisini geliştirmesi yönünde bürokratik engellerin ortadan kaldırılması olarak görebileceğimiz daha esnek ve profesyonel ordu sayesinde savaştan olumsuz etkilenebilecek asker sayısı azaltılabileceği gibi, askerî müdahaleler de bu şekilde tasarlanacaktır. Üç yüz bin kişilik hantal bir ordu yerine yirmi bin kişilik gerillavari taktiklerle, hava akınları ve yüksek teknolojili silahlarla kayıplar ve insan faktörü giderek azalacaktır. Savaşın yaratacağı olumsuz sonuçlar egemenin nezdinde bugüne nazaran daha da görünmez olacaktır. Meslek haline gelecek olan askerlikte “emre itaatsizlik” kavramı anlamını yitirdiğinden bu suç(!) ortadan kalkacak, lakin “vicdan” yerine her zamankinden daha fazla sermayenin sözü geçecektir. Milliyetçilerin ve Ulusal Solun bu seçeneğin karşısında her daim ulusal orduyu savunacak olması su götürmez. Milliyetçiliğin miadını doldurması ise militarizasyonun daha da kapitalistleşmesiyle mümkün olmayacaktır. Taraf Gazetesi ve Genç Sivillerin ordu eleştirileri de bu minvalde hükümete memur olacak bir ordu talebinden öteye gitmemektedir. Orduda profesyonelliğe gidildikçe kışlalarda gerçekleşen eğitim zayiatı kisvesi altındaki faili meçhul cinayetlerin ve intiharların engellenebileceği, farklı cinsel yönelim ve etnik kimlikten olan kişilere yapılacak hak ihlallerinin denetlenebileceği gibi hepimizi güldüren önermelerle karşılaşacağız. Ordunun bu şekilde şeffaflaştığı ve demokratikleştiği(!) örnekler mevcut. Mesela ABD ordusunda ırkçılık ve cinsiyetçilik alanlarında eğitim verilmektedir. Her fırsatta profesyonelleşmenin yararlarından dem vuran ABD'nin kendi ordusunun uyguladığı çifte standarda bakabiliriz. Ordu içindeki demokratikleşme çabasının “düşman” söz konusu olduğunda nasıl da anlamını yitirdiğini Irak işgali sırasında askerlerin cep telefonlarıyla çektikleri fotoğraflarda açıkça görmüştük. Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz. Militarizasyonun her şekline karşı durmalıyız.
Filistin sınırında İsrail’in işgaline karşı direnen duvara karşı Anarşistler, Hamas ya da El Fetih’in siyasetlerinden ziyade öncelikli olarak işgale karşı ses çıkarmakta ve eylem yapmaktadır. Anti-Militarist perspektifi genişletmek ve politik bir hat çizmek için bu tarz karşılaşmalar gereklidir. Kurulmakta ve kurulacak olan temaslarla bir yandan karşılıklı dönüşüm gerçekleşirken bir yandan da savaş karşıtı hareketin çerçevesi belirlenecektir. Mücadelenin tek merkezli olmaması, çok odaklı muhalif hareketlerin bir araya gelmelerini gerekli kılmaktadır. Anti-Militarizm bu bağlamda bir siyasi ittifaklar zeminidir.
Kaynakça
- Tanıl Bora, Anti-militarizm, Ordu/Askeriye Eleştirisi ve Orduların Demokratik Gözetimi, Birikim Dergisi, Sayı: 207, Temmuz 2006.
- Doğan Çetinkaya, Toplumsal Hareketler, İletişim Yayınları, 2008 (Foti Benlisoy, Savaş Karşıtı Hareket: Yeniden “Vietnam Sendromu”)
- Gilles Deleuze & Guattari, Felix, Kapitalizm ve Şizofreni, Bağlam Yayınları, 1990.
- Antonio Negri & Michael Hardt, Çokluk, Ayrıntı Yayınları, 2004.
- Abel Paz, Halk Silahlanınca, Kaos Yayınları, 1996.
- Virilio, Paul; Hız ve Politika, Metis Yayınları, 1998.
[1] Barış için vicdanî ret platformunu buna örnek gösterebiliriz, ayrıca homofobi karşıtı buluşma ve onur haftasında da vicdanî redde değinen etkinlikler gerçekleştirildi.
[2] Abel Paz, Halk Silahlanınca, s: 314, 1996.
[3] Gilles Deleuze & Felix Guattari, Kapitalizm ve Şizofreni, s: 125, 1990.
[4] Abel Paz, Halk Silahlanınca, s: 331, 1996.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder