12 Haziran 2011 Pazar

Gönüllü Kulluk ve “Belki”ler - Ufuk Ahıska

Qijika Reş Dergisi / Sayı:3


"Siz, zavallı ve acınacak insanlar, siz sağduyudan yoksun halklar, siz mutsuzluklarında direngen, erinçlerinde kör gözlü uluslar, kazançlarınıza el konulmasına,  tarlalarınızın yağmalanmasına, ata yadigârı evlerinizin soyulmasına göz göre boyun eğersiniz! Sanki bunların hiçbiri sizin değilmiş gibi yaşarsınız. Mallarınızın, ailelerinizin, yaşamınızın sadece yarısının size bırakılmasını büyük bir bahtiyarlık sayarsınız. Ama bu zararın hepsinin, bu felaketlerin, nihayet bu yıkımın nedeni sayısız düşmanlarınız değildir, fakat hiç kuşkusuz tek bir düşmandır, kendi ellerinizle yarattığınız, uğruna göz kırpmadan savaşa gittiğiniz,  onuru adına kendi yaşamınızı her an tehlikeye attığınız düşman. Aslında, bu efendinin iki gözü,  iki eli, bir gövdesi var ve aranızdaki en önemsiz kişiden fazlası da yok. Sizden üstün yanına gelince: Sizi mahvetmesi için ona kendi ellerinizle teslim ettiğiniz olanaklar! Aranızdan biri olmasaydı, sizi gözetleyen hafiyeleri nerden bulabilirdi? Sizinkileri ödünç almamış olsa, size vurmak için bunca eli nasıl olurdu? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar da sizin ayaklarınız değil mi?  Üzerinizdeki nüfuzu sizden kaynaklanmıyor mu? Sizi soyan hırsıza yataklık etmeseydi, sizi öldüren katile suç ortağı olmasaydı, size ihanet etmeseydi, size böyle sıkıntı vermeye nasıl cesaret edebilirdi? Tarlalarınızı o soysun diye ekiyorsunuz; evlerinizi o çalsın diye döşüyorsunuz; oğullarınızı ona asker olsunlar diye, onları ölüme sürsün diye, açgözlülüğüne hizmet etsinler diye, onun intikamların cellatları olsunlar diye besliyorsunuz... O daha güçlensin diye, o daha katı olsun diye ve tasmanızı daha kısa tutsun diye güçsüzleşiyorsunuz… Hizmet etmemeye karar verin özgürleşeceksiniz."
[Etienne de la Boetie (1530 - 1563) - "Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev"]
 
Yaklaşık 500 yıl önce yazılmış bu satırların gerçeği bu kadar yalın ve çıplak bir şekilde suratımıza çarpması şaşırtıcıdır. Yazıldığı yıllarda “kulluk” edilen bir tirandı. Bugün ise hükümrana “kapitalist sistem”, “sömürgeci egemenler”, “devlet” ya da gönlünüzden ne geçerse onu diyebiliriz. Nasıl adlandırırsak adlandıralım, yukarıdaki tespit acıtıcı gerçekliğinden hiç bir şey yitirmiyor:  “O daha güçlensin diye, o daha katı olsun diye ve tasmanızı daha kısa tutsun diye güçsüzleşiyorsunuz. Hizmet etmemeye karar verin özgürleşeceksiniz.”
 
Ve bu satırlar yazıldıktan 500 sene sonra biz hala “ona” hizmet etmeye devam ediyor olmalıyız ki, henüz özgürleştiğimizden söz edilemez. Değil mi ki 500 yıl sonra hala “aramızdan biri olmasaydı, bizi gözetleyen hafiyeleri nerden bulabilirdi? Bizimkileri ödünç almamış olsa, bize vurmak için bunca eli nasıl olurdu? Kentlerimizi çiğnediği ayaklar da bizim ayaklarımız değil mi?  Üzerimizdeki nüfuzu bizden kaynaklanmıyor mu? Bizi soyan hırsıza yataklık etmeseydik, bizi öldüren katile suç ortağı olmasaydık, kendimize ihanet etmeseydik, bize böyle sıkıntı vermeye nasıl cesaret edebilirdi? Tarlalarımızı o soysun diye ekiyoruz; evlerimizi o çalsın diye döşüyoruz; oğullarımızı ona asker olsunlar diye, onları ölüme sürsün diye, açgözlülüğüne hizmet etsinler diye, onun intikamların cellâtları olsunlar diye besliyoruz...” (kipleri değiştiren benim)
 
Peki, madem gerçek bu kadar yalın şekilde karşımızda durmaktadır, -üstelik en az 500 senedir suratımıza çarpılmaktadır- neden hala hizmet etmeye devam ediyoruz? Ortada tuhaf bir durum var; ya bizler gerçekten özgür olmayı hak etmeyen varlıklarız, ya da bu yalın gerçeğin içinde başka gerçekler saklı. Belki de, “hizmet etmeme” seçeneği kendi başına öyle basit bir tercih değil.
 
Belki de özgürlüğümüzü heba ederek hizmet ettiğimiz şey sadece “tiran” değil? Belki de biz hayatı sürdürmenin başka yolunu bilmiyoruz? Yani “hizmet etmemek” bir türlü mümkün olmuyor; bir tiranı kovalasak, tutup illa ki bir diğerini buluyoruz. Yani belki de bu “hizmet” aslında karşılıklı? Başka türlüsünü bilmediğimiz, hayal edemediğimizden olsa gerek, bir topluluk olarak yaşayabilmek için bize bir “tiranlık hizmeti” mi gerekli?
Bence bu soru üzerinde düşünmeye değer bir sorudur. Aydınlanma sonrası şekillenen politik düşünceler, özellikle de kendilerine özgü bir toplum modeli vaaz edenler, insanların iyiliği, mutluluğu önünde engel teşkil eden, sömürü, savaş vb. tüm kötülüklerin kaynağı olan, hep onların “dışında” (ya da “üzerinde” mi demeliyiz?) yer alan bir “kötücül güç odağı” tespit ettiler. Bu kötücül güç, bünyeye “dışarıdan gelip” onu hasta eden bir virüstü adeta. Daha farklı bir yorumla, bünye bir nedenle “yolundan saparak” bu hastalığı kendisi üretiyor, ama üreyen şey, onun yaşam metabolizması ile çelişiyor, yani “içerden” gelse de, “dışarıdan” bir karakter kazanıyor; adeta bir tümör gibi. Bünyenin yeniden sağlığına kavuşması için bu “anomali”nin kesilip atılması gerek. Tartışma bu “anomali”nin, yani sapmanın tanımlanması ve/veya nasıl yok edileceği üzerinde sürüp gidiyor. Ama ne zaman ki bir moment yakalanıyor ve bu “tümör” kesilip atılıyor; nedense hep kısa bir süre sonra hastalık nüksediyor.
Aslında Etienne de la Boetie’nin tespiti, üzerinde düşünmeye başlayınca çok ilginç bir hal alıyor: öyle bir fazlalıktır ki söz konusu olan, o fazlalığı üzerimizden atabilmek için bir şey yapmaya gerek yoktur; tam tersine, hiçbir şey yapmamak yeterli olacaktır: hizmet etmemek.
 
Ama cevap veremediğimiz soru hala ortadadır: eğer bu kadar kolaysa, neden bu fazlalığı, bu kötücül kamburu ısrarla sırtımızda taşımaya devam ediyoruz?
Yine “belki”ler devreye giriyor: belki de bu bir hastalık, ya da fazlalık değildir. Belki de bu kötülüklerin kaynağı, bünyenin ta kendisidir. Yani kesilip atılamaz; kesilip atılırsa bu yaşam formu devam edemez. Başka bir deyişle, biz tirana hizmet etmiyoruz, biz kendi hayatımızı yaşarken harıl harıl tiranı kendi içimizde inşa ediyoruz, üretiyoruz, var ediyoruz. Demek ki, eğer tiranı yok etmek istiyorsak, mevcut “biz”i de yok etmemiz gerekiyor.
“Biz”i yok etmek ne demektir? Eğer yine sorunu aydınlanmacı tarzda “dışsallaştırırsak” korkunç bir misantropiye (insandan nefret) varırız. Oysa bahsi geçen “biz” belli bir araya geliştir; belli bir yaşam organizasyonudur. Anlamamız gereken şudur ki, bu mevcut “biz” bir proje değildir; birilerinin başımıza ördüğü bir çorap değildir, bir komplo değildir, bir zorunluluk değildir; bu “biz”, epeyce kısmı farkındalığımızın dışında kalan, ama yine de kolektif olarak bilebildiğimiz, zaman içinde geldiğimiz, kim bilir hangi kelebeğin kanadından kopan fırtınalarla savrulduğumuz bir “yer”dir. Öyleyse “biz”i, yani “tiranı ve kulluğu” yok etmenin yolu, denkleri toplamak, kervanı düzmek ve bu “yer”i terk etmektir. Başka bir “yaşam”ın arayışıdır bu. Öyle bir yaşam ki, bir arada durabilmek için bir “tiran”a gerek yoktur. Bu yeni bir “biz”in, “hizmet etmeden yaşayabilmenin” bilgisini, deneyimini, ilhamını oluşturmak demektir; bu yola çıkmak demektir.
Hele zaten durduğunuz yere iğreti basıyorsanız; birileri sizi bir daha yerinizden kımıldayamayacak şekilde bu meşhur “yer”e gömmeye çalışıyorsa, ne duruyorsunuz? Duymuyor musunuz kara karganın (Qijika Reş) çığlığını? Haydi, yollara, o yollardakileri bulmaya, bir kırıntı bile olsa yeni bir aradalığı, yeni bir yaşamı kurmaya, hemen şimdi!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder