12 Haziran 2011 Pazar

Demokratik Özerklik ya da Bardağın Dolu Tarafı - Gazi Bertal


Qijika Reş Dergisi / Sayı:3

Sıkça başvurulan şu bardak metaforundaki iyimser yaklaşım genellikle bardağın yarıya kadar dolu olduğunu varsayar. Ama ben bu yazıya başlarken kendi kendime söz verdim; bardağın ne kadarının dolu olduğuna bakmaksızın iyimserliğimi koruyacağım: Yeter ki onda bir katre bulunsun!
Ve tabii bardak dediğimde siz bunun demokratik özerklik projesi olduğunu anlayın. Herhalde duymayan kalmadı. Geçtiğimiz aylarda Diyarbakır’da toplanan Demokratik Toplum Kongresi, Kürt sorununun devletle müzakere edilmesi konusunda bazı somut hedefler ve talepler ortaya koyarak özerklik kararı aldı. Ardından da demokratik özerklik projesine ilişkin görüşlerini medya ve öteki basın organları aracılığıyla kamuoyunun tartışmasına sundu. Söz konusu karar ve taslak metin çeşitli çevrelerde olumlu karşılanırken devlet, hükümet, siyasi parti ve medya grupları başta olmak üzere pek çok kesimde de, “Türkiye bölünür” kaygısıyla vahim bulundu. Keza, taslağı yetersiz ve olumsuz bulan, hatta onu bir Kürt projesi olmaktan uzak görüp reddeden bir yaklaşım da PKK dışı Kürt muhalefetinden geldi. Temel ulusal hakları kurumlarıyla birlikte talep eden Kürt muhalifler, özerklik kararı üzerindeki Öcalan gölgesini işaret ederek bunun özünde bir devlet projesi olduğunu ve seçim sürecini atlatıncaya kadar oyalama amacı taşıdığını ileri sürdüler. Bu iddialarında haklı da olabilirler. Ancak, bu muhalif çevrelerde alışkanlık halini almış öyle bir tutum var ki, bazen Öcalan tartışma götürmez bir gerçeği dile getirdiğinde de buna benzer kuşkularla yaklaşarak reddediyorlar. Özerklik taslağının ulusal ruhunu yetersiz bulup onu “Kürdistani” olmamakla eleştiren bu kişilerin –satır aralarına yansıyan– arzuları şudur: Daha az serbestlik daha çok hiyerarşi, daha az halk daha çok millet, daha az birey daha çok toplum, daha az toplum daha çok devlet, daha az yerel daha çok ulusal. Yıllardır PKK’nin despotik-merkeziyetçi pratiğinden mustarip bu muhalifler, Kürdistan’a dair toplumsal projeler söz konusu olduğunda PKK’ye rahmet okutacak denli hiyerarşik ve tahakkümcü toplum tasavvurlarına talip olabiliyorlar. Ne ilginç ki bu kesimlerin dile getirdiği talepler çoğu zaman, “Kürdistani olsun da isterse monarşist olsun” arzusuyla maluldür. Haliyle hem alternatif olma iddiaları hem de demokrasi arzuları samimiyetini yitiriyor. Demokratik özerklik taslağını ulusalcı olmamakla eleştirirken ortaya koydukları tutum Türk ulusalcı madalyonunun öteki yüzünü tamamlamaktan başka bir anlam ifade etmiyor benim için.

Bu serzenişten sonra gelelim benim bardağı nasıl gördüğüme. Fakat birilerinin “bardaktan sana ne” demeleri ihtimaline karşı, konuya girmeden bir maruzatımı daha ifade etmeliyim.
Öcalan’ın getirilip İmralı’ya konulmasından sonra yaşadığı fikirsel gelişim, değişim ve dönüşümün alâmetleri kısa sürede ortaya çıktı. Belki bu alâmetler sonucu, –belki de hükm (emir, karar) sözcüğünün hem hâkim hem mahkûm formuna bürünmesi gibi bir geçişliliğin yol açtığı rol değişimi sonucu– Öcalan’ın haftalık periyotlarla Türk ve Kürt siyaset kurumlarının ve aktörlerinin (ki bu anlamda gerçekten birer aktör ve aktristler) gündemlerini belirlemesine kısaca İmralı Süreci denir. Her defasında bir paragraf uzunluğundaki bu dolambaçlı tanımlamalarla vaziyeti ifade etmek yerine iki kelimeden oluşan İmralı süreci terimi hakikaten çok kullanışlı. Düşünün ki, İmralı süreci gibi bir terim olmasaydı her hafta yapılan açıklamalar şu türden uzun ve bıktırıcı tanımlamalarla başlardı: “İmralı cezaevine konulduğu günden beri çok yönlü okuyup derinleşen Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu hafta yapılan görüşmede avukatları aracılığıyla şu açıklamalarda bulundu. …” Ne kadar uzun ve gereksiz değil mi? Oysa İmralı süreci bu uzun izahatın içeriğine katılmayanların da kullanabileceği kadar elverişli bir terim. Hatta Öcalan’ın ikinci soyadı halini alan İmralı sözcüğü çoğu zaman devlet ve hükümet yetkililerinin imdadına da yetişiyor. Örneğin, “İmralı bu sürecin dışında tutulacak” ya da “İmralı’yla görüşmeler devam edecek”. Ne kadar açık, anlaşılır ve doğrudan bir anlatım değil mi? Hay Allah razı olsun bu terimi bulandan.

İmralı Sürecindeki Anarşizm

İşte bu İmralı süreciyle birlikte bir anarşizm lafıdır gidiyor. Benim bardak meselesine müdahil olmamın yegâne sebebi de budur. Gerek İmralı’nın gerekse PKK ve paralel kuruluşlarının açıklamalarında, etkinliklerinde, yazı-çizilerinde ana fikir ne olursa olsun anarşizme bir selam edilir. Kişisine ve açıklamasına göre değişmekle beraber bu selamın çoğu zaman samimi ve gönülden geldiğine kaniyim. Tabii, PKK ve liderinin dilindeki anarşizm lafzı yaygınlaştıkça birçok tanıdığımın şu türden sorularıyla sık sık karşılaştım:
- İmralı anarşizme kaymış, ne diyorsun?
- Doğru, kaymış! Darısı öteki adaların ve Adalılar’ın başına.
Fakat kayarak bir fikre varmak iradi bir tercihse eğer, bu kavuşma kayak hızıyla, yani süratle gerçekleşmiş demektir. Öyleyse bu ne dizginsiz hız, bu ne uçuş, bu ne kopuş? Yok, eğer gayrı iradi ve mecburi bir istikamette gerçekleşmişse bu kayma fiili, o durumda da fail (yani kayan kişi) büyük bir ihtimalle kaygan bir zeminde düşüp sürüklenmiş ve nihayet kimi tutamaklara tutunup durabilmiştir. Demek ki istemeden durduğu bu yerde dengesini bulur bulmaz kalkıp gidecektir. Anlaşılan o ki her iki pozisyonda da marazi bir vaziyet söz konusu.
Şimdi olup bitenin ironi boyutlarını aşan özüne gelirsek; anarşi fikri ne kaygan zeminlerde bir tutamak ne bir koltuk değneği ne de gayrı iradi yönelişlerin mecburi istikametidir. Anarşi, akli olduğu kadar iradi ve vicdani bir eylemdir. Gönlünde, ruhunda, vicdanında yuvalanır. Duyularına, duygularına, zihniyetine sirayet eder. İşler, biçimlendirir seni; yani içindedir o senin, arzular ve eylersin. Ya da aldığın talim-terbiyenin, yol-yordamın çok uzağında kolayca göze çarpmayan bir sapak işaretidir hayatında. Kırk yıl dolansan da bu âlemde yolun geçmez o sapaktan. Hal böyleyken, revaç bulmasına bakıp onu politika oyunları için bir dublör giysisi niyetine kuşanırsa kişi, daha rolünü oynamasına fırsat kalmadan her yanından sarkar, üstünden başından dökülür, çırılçıplak kalır sahnenin orta yerinde.
Diyeceğim o ki, felsefi bir fikir olarak anarşi her insanın –her zalimin, her mazlumun, her âlimin, her cahilin– algısına ve tercihine açıktır. İsteyen herkes bu fikirden yana olabilir, bu pekâlâ mümkün. Bir fikir akımı olarak hiçbir gücün, hiçbir merciin onayını, icazetini gerektirmez. Köle de anarşist diyebilir kendisine efendi de. Ne var ki anarşi sadece felsefi bir fikir, politik bir yaklaşım değildir; o esas itibariyle bir özgürlük, bir hakikat arayışıdır. Bu yönüyle politik akla, bilime ve teoriye değil özgürlük etiğine, vicdana yahut gönül terazisine itibar eder. Efendinin, kölenin, zalimin, mazlumun çuvallayabileceği sırat köprüsü tam da burada kuruludur. İşte bu nedenle söz konusu olan anarşi, PKK gibi bir proto-devlet ve onun başkanının savunduğuysa eğer, o zaman aklıma gelen ilk özlü söz “ainesi iştir kişinin lafa bakılmaz” deyişidir.

Eğer, Öcalan, PKK ve taraftarlarının dile getirdikleri anarşizm veya komünalizm savunusu ciddiye alınacaksa, öncelikle şu noktanın hepimiz açısından açıklığa kavuşturulması gerekir. Tartışma gündemine giren konular, üzerinden atlanacak basitlikte teorik sorunlar değil. Ulus-devletin reddi, iktidarın reddi, otorite ve hiyerarşi tartışması, ekolojik toplumun inşası, federalizm gibi, her biri PKK ve Öcalan’ın mevcut konumunu tartışmaya açacak anarşist bir içeriğe sahip. Öyleyse soru şudur: Bu sürecin aktörleri olarak Öcalan ve PKK, dillendirdikleri fikirlerin pratikte bir karşılık bulmasında samimiler mi? Çünkü bu yönde gösterilecek gerçek samimiyet, kişisel olarak Öcalan’ın liderlik konumunu ortadan kaldıracağı gibi PKK’nin hiyerarşik ve militer yapısını da radikal bir dönüşüme uğratmayı gerektirir. Öcalan’ın tabulaşmış önderlik konumu ve yüz binlerce insanın ona biat ettiği herkesin malumudur. Hem iktidar ve her türlü egemenlik reddedilecek, otorite ve hiyerarşi sorgulanacak hem de Öcalan’ın önderlik tabusu ile PKK hiyerarşisi tartışma dışı tutulacak! Başkalarını bilmem ama bir anarşist bundan hicap duyar. Öcalan’ın, Murray Bookchin, Bakunin vb. anarşistlerin fikirlerini kalkış noktası yaparak veya referans alarak bu tartışmaları başlatması on yılı buldu bulacak. Görünen o ki, bunca zaman içinde dönüp kendi otorite konumuna bakmaya, yüz binlerce insanın iradesine hükmeden önderlik tabusuna dokunmaya, kişisel pozisyonunu yeni düşünceleri ışığında gözden geçirmeye bir nebze çabası olmadığı gibi niyeti de yok. Kendisinin de sık sık açıkladığı gibi, devletin tepe noktalarındaki yetkililerle sürdürdüğü “diyalog” ve “ilişkiler”in biçim ve içeriği onun liderlik konumunu güçlendirmekte ve onu yüz binlerce insan için vazgeçilmez bir tabu haline getirmektedir. Elbette bunda PKK ve onun denetimindeki kuruluşların her kademesinden yüzlerce insandan tutun da bu hareketin geniş taraftar kitlesinden milletvekillerine kadar herkesin payı var. Ve unutmamalı ki bu pay çoğu zaman maddi-manevi pragmatizm şeklinde kendini gösteriyor. Ortalama entelektüel birikime sahip yüzlerce kadın ve erkekten “irademiz Öcalan” sözünü duymak hangi özgürlük etiğine sığar? Kendi adıma bu tür bir anarşizmden, komünalizmden, konfederalizmden ne bir samimiyet ne de tutarlılık bekliyorum. Bana göre olması gereken şey, Öcalan’ın hiyerarşik konumu ve içinde bulunduğu özel tutukluluk koşulları dikkate alınarak demokratik özerklik sürecinin dışında tutulmasıdır. Ben şahsen, Demokratik Toplum Kongresi’nden, PKK ve KCK yöneticileri nezdinde bu yönlü girişimlerde bulunmasını beklerim. Ta ki, PKK “İmralı’yı sürecin dışında tutuyoruz. Kendisi partimizin sadece fahri üyesidir. Artık hareketimiz üzerinde özel bir konumu ya da özel belirleyiciliği yoktur” manasına gelecek bir açıklama yapıncaya dek.(*)

Demokratik Özerklik Projesi

Bu yazının ana konusu olan demokratik özerklik meselesine şimdi yeniden dönelim. Demokratik Toplum Kongresi tarafından hazırlanan “Demokratik Özerk Kürdistan Modelinin Taslak Sunumu” başlıklı metni okudum. Kendimce gördüğüm bütün yanlışlarına rağmen bu metni önemsiyorum. Çünkü benim için demokratik özerklik projesinin İmralı’da mı yoksa Diyarbakır’da mı yazıldığının bir önemi olmadığı gibi kimin projesi olduğunun da bir önemi yok. Önemli olan projenin kendisidir; hedefleri, yöntemleri, tutarlılığı, ruhu ve samimiyetidir. Keza, fikir babası bizzat Öcalan olsa da projeye karşı yükselen tepkileri görüp milletvekillerini suçlaması onun tipik davranışlarından biridir. Henüz metnin mürekkebi kurumadan, eğrisi doğrusu tartışılmadan BDP’lileri paylamasının Diyarbakır’da sille tokat şiddetinde hissedildiği açık. Vekillerin çaresizliği özeleştirileriyle ortada zaten. Proje şu haliyle rafa kaldırılsa bile –ki İmralı’dan yapılan azarlamanın anlamı budur– yine öneminden bir şey yitirmez. Benim, proje taslağını önemsememin nedenlerinden biri bu. Söz uçar derler ya, ağızdan çıkan söz kaleme kâğıda döküldü, tarafların demeçleriyle sabitlendi bir kere, artık uçamaz. Aynen hoca ile cemaat meselesinde olduğu gibi. Cemaat hocaya rağmen kendi meşrebince sonuçlar çıkaracaktır bu projeden. Zihniyet değişimi yaratmaya imkân sağlayabilecek bu tür metinlerin tartışılmasını yasaklasanız bile hayatla baş edemezsiniz. Çünkü her şeyden önce irili ufaklı yüz kadar belediyenin faaliyeti olmak üzere bu projenin hayatta doğrudan bir karşılığı var. Yani dönüşüm dinamiğine sahiptir. Benim için bir başka önemi de buradan kaynaklanır.

Ama “Demokratik Özerk Kürdistan Projesi”ni önemsememin asıl nedeni, bu girişimin bir süredir başlatılan tartışmaları daha ileri boyutlara taşıma potansiyeline sahip olması; klasik sol jargonu ve zihniyeti kısmen de olsa aralamış olması; otorite ve hiyerarşi konularında tartışmaya açık olması; ulus-devlet örgütlenmesi yerine federalizmi savunmasıdır. Ama bir yanlış anlaşılma olmaması bakımından hemen belirtmeliyim: Şu saydığım konularda taslak metinle herhangi bir görüş birliği ya da uyum içinde değilim. Aşağıda da izah edeceğim gibi, bu konuların her biri için şimdilik kapı aralığından sızan cılız da olsa bir umut ışığı görüyorum. Sadece bu! Öte yandan kapının ardına kadar açılma iradesi PKK’nin lideri ve üst hiyerarşisinin elinde olsa da bunun imkânı yalnızca onlara bağlı değil. Bu hareketin dışından yankılanan ve kapının aralanmasını isteyen her ses bir nebze de olsa bu imkânı sunabilir. Bu saatten sonra PKK ve taraftarlarının özgürlükçü çözüm önerilerine kulaklarını tıkama, görmezden gelme şansı ve olanağı yoktur. Mevcut rotasından dümen kırabilir, yani makas değiştirip başka bir yola girebilir. Özgürlükçü öneri ve tartışmalara set çekip şiddet içerikli sert tavırlar alabilir ama konuyu görmezden gelmek, yankılanan sesleri duymamak gibi bir şansı yok. Çünkü 90’lı yıllarda anarşistlerin ortaya attığı, ancak doğru dürüst bir tartışma zemini yaratamayan devletsiz federalizm önerisi on yıl aradan sonra, ayrıntılarını –ve varsa arka planını– bilemediğim saiklerle Öcalan ve hareketi tarafından gündeme getirildi. Bu durum binlerce insanın ufkunu, düşünce yapısını etkileyerek küçümsenemeyecek boyutta bir fikirsel değişime yol açtı. Bugün hangi saikle olursa olsun, başta Öcalan olmak üzere PKK ve ona bağlı kuruluşlar, BDP ve yüz belediyenin desteğiyle yeniden gündemleştirilen demokratik özerklik projesi aynı zamanda devletsiz federalizm tartışmasıdır.

Projenin Politik Toplum Tasarımı

“Demokratik Özerk Kürdistan Modelinin Taslak Sunumu” metnini yine bardak metaforuyla örneklersem, bardağın ne kadarının dolu olduğu değil bardağın neyle dolu olduğu üzerinde durmak istiyorum. Arı duru bir su beklerken iki yudum ekşi ayranla karşılaşmak da mümkün çünkü. Bu açıdan bakınca metinde yer yer özgürlükçü komünalist içerikle karşılaşmak elbette söz konusu. Ama her şeyden önce bu taslak, üzerinde spekülasyon yapılamayacak kadar açık seçik ifadelerle hiyerarşik bir toplum projesini ortaya koymakta. Bir farkla ki, bu projeyi otoriter solun ve Kürt muhalefetinin klişe jargonuyla değil, ekolojistlerin, özgürlükçü sosyalistlerin, hatta yer yer liberterlerin diliyle sunmakta. Özetle, yeni toplumsal hareketlerin zihniyet ve alfabeleri yardımıyla hiyerarşik bir toplum kurgulanmaktadır. Bu noktadan ele alınca metnin özerklik algısı, örgütlenme ve politik toplum modeli, tarih ve geleceğe yaklaşımı gibi temel konulardaki mantığı bana epeyce uzak geliyor.
Mesela metnin girişindeki tarihçe kısmında “insanlık tarihinin şafağı olan Neolitik tarım devrimi”nden söz ediyor taslak, hem de alkışlarcasına. Eğer neolitik tarıma geçişin niteliği tartışılacaksa ben bunu devrimden ziyade karşı-devrim olarak nitelemeyi yeğlerim; uygarlığın başlangıcı, insanın doğadan kopuşunun başlangıcı, kültür tarafından insanın evcilleştirilmesi süreci olarak görürüm. Egemen kabullenişin tersine, bu yola girişi hiç de öyle insanlık tarihinin şafağı veya hayırlı bir serüven olarak görmüyorum. Günümüzdeki işbölümünün, uzmanlaşmanın, hiyerarşinin, asimetrik toplumsal varoluşun, sanayi ve yol açtığı tüm ekolojik sorunların, özgürlükten ve doğadan kopmuş olmanın müsebbibi olarak Mezopotamya’da gerçekleşen ve taslağın övgüyle sözünü ettiği tarım devrimini görüyorum. Yalnız bu konuda taslak metin kimi mantıksal kopukluklar da içeriyor. Tarım devrimine olumlu göndermeler yaparken uygarlığı günümüz krizinin kaynağı olarak görüyor. Hem de şaşırtıcı derecede radikal bir bakışla yaklaşıyor uygarlığa: “Toplumsal sistem kriz ile birlikte, gittikçe derinleşen ekolojik krizin kökenlerini uygarlığın başlangıcında aramak en gerçekçi yoldur. Hiyerarşik ve devlet güçlerinin toplumu var eden komünal bağı inkâr etmesi ve yerine bir sapma olarak gelişen zihniyet durumu doğayla yaşam arasındaki bağın unutulmasına, önemsiz kılınmasına sebep olmuştur. Uygarlığın dayandığı bu zemin üzerindeki her yükseliş, daha fazla doğadan kopma, çevreyi tahrip ve yaşanılamaz bir dünyaya doğru gidişe neden olmuştur.
Uygarlığın tahripkâr rolünü bu şekilde doğru tespit ettiği halde onun önemli sacayaklarından biri olan tarıma geçişi olumlamasını bir sürçme olarak görüyorum. Ama belirttiğim gibi metinde buna benzer farklı bakış açılarından kaynaklanan çelişkili yaklaşımlar epeyce var. “Bu çok mu önemli” diye sorulabilir. Evet, bazen çok önemlidir. Tarihe yaklaşımınızı ortaya koyan öyle cümleler olur ki bugün savunduklarınızı anlamsız kılar. Örneğin, “İlk devletçi uygarlık ve imparatorluklar aşağı Mezopotamya’da ortaya çıkınca gözünü diktikleri yer Kürdistan olmuştur. Bu nedenle Kürtler tarihte özgürlük mücadelesi veren halkların başında gelmektedir.” Bu yaklaşım birçok açıdan sorunlu bir tarih algısına işaret eder. Sümer ve Babil uygarlıklarını ülke kavramıyla tanımlamazken onların gözünü diktikleri Zağroslarda yaşayan kabile köylerini Kürdistan ile özdeşleştirmek biraz fazla bir zorlama olmaz mı? Üç-dört bin yıl önce aşiret topluluklarının yaşadığı bölge ya da bölgelere, daha yakın çağlardaki bir etnik topluluğu ve ülkeyi niteler anlamda Kürtler ve Kürdistan demek doğru olur mu? Guti, Kardu, Kurti ile Kürdistan terimleri arasında kiminde bin yıl kiminde iki bin yılı aşan zaman aralıkları söz konusuyken ne zaman başladığı bile bilinmeyen tarih başlangıcından itibaren Kürtleri ve Kürdistan’ı homojen çağrışımlarla tarif etmek doğru mu? “Kürtler tarihte özgürlük mücadelesi veren halkların başında gelmektedir” cümlesi iddialı olmaktan öte açıkça hamasi. Kim bu halklar, kime karşı mücadele etmişler? Örneğin, Asur-Akad’a karşı savaşan Medler özgürlük mücadelesi mi veriyordu? Kasitler, Mitaniler, Huriler ne tür bir özgürlük mücadelesi içindeydi? Bu anakronizm, Kürtleri çağlar boyu tek bir yapı, tek bir kütle halinde hareket eden şanlı bir tarih ve sosyolojinin öznesi yapmaya oldukça meyilli. Oysa Kürtlerin ataları sayılan kabile toplulukları hayli geniş bir coğrafyada, komşularına karşı olduğu kadar birbirlerine karşı da pek çok kez hanedanlık mücadelesi vermişlerdir.


Yukarıda taslak metnin hiyerarşik toplum modeli sunduğunu söyledim. Metnin “siyasi boyut” başlığıyla ifade ettiği örgütlenme tasarımı özgürlükçü değil, temsili esasa dayanan politik bir örgütlenmedir. Zaten taslak da buna “ahlâki ve politik toplum” diyor. En alt organ olan köy komününün, en üst organ olan kongre ile taçlandığı bu anlayış, özü ve biçimiyle –güncellenmiş– Leninist bir örgütlenmedir. Türkiye’de siyasi partiler yasası kapsamına girmeyen tüm sosyalist sol parti ve örgütlerin tüzüğü de bundan farklı değil. Onlar da köy komünü/komitesi ile örgütün üst organı olan kongre arasında bir iskelet kurarak işe başlarlar. Burada da metnin sözünü ettiği tabandaki köy komünleri, mahalle, semt, kasaba ve kent meclisleri, demokratik bir temsille üst meclislere bağlı olan birer politik organ konumundadırlar. Aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya geçişli, siyasi iradenin taşıyıcı ve uygulayıcıları olan bu temsilciler aynı zamanda demokratik toplumun yöneticileridir. Dolayısıyla metnin ortaya koyduğu proje hedefi, tamı tamına temsili demokrasiyle yönetilen bir toplum modeline denk düşüyor. Her ne kadar metin sık sık konfederalizme göndermeler yapsa da bu haliyle federalist örgütlenmeden oldukça uzaktır. Elbette şunu göz ardı etmiyorum; bu proje bir yandan da Cemil Çiçek gibi muhataplarla müzakere edilecek. Özgürlükçü, ekolojik, federal toplum hedefinin bu metinde ufuktaki bir nokta gibi görünmesinin bir nedeni de sanırım bu. Beni burada ilgilendiren asıl şey ise onun muhatapları dikkate alan dili değil, ufukta işaret ettiği noktadır. Dolayısıyla, apaçık bir demokratikleşme projesi olan bu metnin söylediklerinden çok söyleyemediklerine bakarım. Tabii bu projenin ne tür tartışmalara yol açacağı bilinmez, ama metnin özerklikten federalizme doğru bir yönelim potansiyeli taşıdığını söyleyebilirim. Bu noktada da benim açımdan esas sorun federalizmin tarifinde yatar. Metinde sözü edilen federalizm, ulus-devlet örgütlenmesi dışında tarif edilse de hep üst meclisler, parlamentolar ve merkez yönetimler sarmalı içinde karşımıza çıkıyor. Çünkü Öcalan ve takipçileri demokratik konfederalizm derken de otonomlara dayanan özgür birlikleri, başsız federasyonları değil demokratik cumhuriyeti tarif ediyorlar. Oysa cumhuriyet ne denli demokratik olursa olsun özü gereği hiyerarşiye, temsili demokrasiye ve yasanın hükümranlığına dayanır; yasa ise tahakkümün alfabesidir. Hâlbuki başsız federasyonların ayırt edici özgünlüğü, herhangi bir merkezi organa bağlı olmaksızın etik temelli doğal hukuka ve doğrudan demokrasiye dayanmalarıdır. Bireyin iradesini gerçek kılan zemin burada doğar. Bu özgünlük bireyin topluma karşı özgürlüğünün de garantisidir.

(*) Yanılmıyorsam bu fahri üyelik meselesi Öcalan daha İtalya’dayken gündeme gelmişti. Gördüğü lüzum üzerine PKK genel başkanlığından çekilen Öcalan, fahri üye sıfatını kullanmıştı. 1999’da İmralı’daki tutukluluğunun ilk aylarında ise, Osman Öcalan yönetimindeki PKK Başkanlık Konseyi şuna benzer bir açıklama yapmıştı. “Bulunduğu özel tutukluluk koşulları ve üzerindeki baskılar nedeniyle başkanımızın açıklamaları kendisini ve partimizi bağlamıyor”. İmralı sürecinin yeni bir strateji olarak kabul edilmesiyle birlikte bu açıklama her ne kadar bir kenara atılıp unutulsa da demek ki bu tür kararlar almak tamamen imkânsız değil.

3 yorum: