12 Haziran 2011 Pazar

Politikayı Yeniden Tanımlarken - Işık Ergüden


Qijika Reş Dergisi / Sayı:3

1

Politikayı neden yeniden tanımlamalı? Çünkü 19. ve 20. yüzyılda ütopyalarla ilintili olan, insanlığa umut ve gelecek sunan, devrim ve isyan fikirleriyle birlikte düşünülen politika, 21. yüzyıla doğru evrilirken gündelik yaşamın ve şimdiki zamanın sınırları içine kapandı ve -tıpkı geçmişteki “reel sosyalizm” gibi- “reel” bir hal aldı. Bu haliyle, ufuk çizgisini yitirerek, insanlığın ve gezegenin temel sorunlarından uzaklaşarak, egemenlerin çizdiği ve her geçen gün daralttıkları alanın içinde hareket etmek, alan daraldıkça bir önceki sınırları savunmak, böylelikle asla gerçek anlamda genişlemeyecek ve kapsayıcı olamayacak bir çerçeve içinde kalmak, kuralları egemenlerce belirlenmiş bu oyunu -oyun dışı kalmamak, “marjinalleşmemek”, gözden düşmemek adına- pazarlıklarla, uzlaşmalarla, nüfuz alanları oluşturmakla, şantaj ve tehditle, pragmatik, manipülatif ve makyavelist yöntemlerle oynamanın, yalan ve sahtekârlığı baştacı etmenin de adı olabildi politika. Şimdiki zamanı, gündelik yaşamı es geçmeden ufka bakabilmenin, etik tutumla devrim ve isyan fikrini, ütopyayı bağdaştırmanın bir yolu olamaz mı 21. yüzyıl içinde?


2

Politikanın “reel” alana indirgenmesi insanın da indirgenmesi aslında. İktisadın, muhasebeleştirilmiş bir yaşamın egemen kılınmasıyla birlikte insanın yaratıcı (ve yıkıcı) özellikleri metalaşmaya, pazarlanabilirliğe teslim oldu; sonuçta etik, estetik yanları ve soyutlayıcı gücüyle varolmaktan çıkan, gündelik hayatın içine yapışıp kalan insan, üretmek-tüketmek-seyretmek gibi fiillerin dışında kalan eylem alanlarından geri çekildi, “reel” dünyasıyla baş başa kaldı.


3

Kamusal-özel, toplumsal-bireysel, kültürel-doğal gibi ayrımların anlamını yitirdiği koşullarda her şey politik artık, her şey politik mücadelenin zemini üzerinde. Bu mücadele, yeniden başlayacaksa, yeniden tanımlanacaksa, öz itibarıyla, “hayali cemaatler”in önümüze koyduğu sorunların ötesinde ya da berisinde, (maddi, manevi, sembolik) mülk sahipleriyle her türden mülksüzün -mülk sahibi, iktidar sahibi olmak için değil- herkesi mülksüzleştirerek mülksüz kalmak arzusu arasında, büyümek (büyümenin her anlamında: “yetişkin olmak, “ekonomik kalkınma, genişleme”) değil küçülmek, basitleşmek, küçülerek gezegene ve hayata sığmak arzusu arasında cereyan edecektir.


4

“Reel” politik mücadele zaten mülkten ve iktidardan pay alma üzerine kurulu olduğundan, yoksulların ve mülksüzlerin bu yöndeki mücadelesi verili bir andaki muktedirler için tehdit oluştursa da gerçek anlamda sistemin işleyiş mantığına aykırı değildir, bildik yöntem ve kurallarla sürebilir olmasından sistemin kimi zaman yarar gördüğü -çoğu zamansa zor ve güvenlik sistemlerinin işin içine karıştığı- bir oyundur.
Topyekûn mülksüzleşme arzusunun, tüm (kimliksizleşme, aidiyetsizleşme) tezahürleriyle birlikte, politik mücadele halini alması asıl tahrip gücünü oluşturabilir: Tanımsız, tanımsız olduğu için de bildik kodlarla değerlendirilemeyen “illegal” bir alanın açılması, yeni -ama gayet kadim- bir ufuk olabilir.


5

İnsanlık tarihine baktığımızda, bilebildiğimiz en uzak ve en “ilkel” topluluklardan bugüne dek, ne bir “altın çağ”a sarılabiliriz ne de insana dair mutlak bir iyilik ya da kötülüğe...
İnsanın etik, estetik yanıyla, soyutlayıcı gücüyle yaratabildiği (ya da yıkabildiği), bir “değer” olarak tarihe bırakabildiği her şey -kayıp giden bir yıldız gibi- “ışıltılı” anlara, durumlara, “etkin azınlıklar”ın, kişi ya da grupların, fikirlerin etkisine bağlanabilir, anlık, geçici bir iz olarak görülebilir, bir yanıyla. (Tek tek kişiler “bütün insanlık” ya da evren “adına” konuşabilmiş, eyleme kalkışmışken, yığınların, kitlelerin salt kendi çıkarlarıyla sınırlı -ya da manipülasyon nesnesi olmuş- söylem ve eylemlerini nereye oturtabiliriz?)


6

Politik eylemin bu “ışıltılı” anlarından, durumlardan geriye kalan, anlamlı olabilecek tek fikir: “özgürlük” (an-arşi; başsızlık, efendisizlik), “eşitlik” (komün-izm) ve “kardeşlik” (dayanışma, yardımlaşma, sorumluluk).
Kapitalizm, “kardeşlik”, dayanışma bağlarına cepheden hücum ederek sözde-bireyi aslında tektip insanlar sürüsünü sistemin çarkları arasına atmıştır. “Özgürlük”, sonsuzca üretme, tüketme ve seyretme arzusu ya da gündelik hayatın faşizmi içerisinde kendini özgür sanan bireyin fantezisi olarak kapitalizmin imgesini bolca sömürmeye devam ettiği bir kavramdır. “Eşitlik” ise kapitalizmin henüz kendine katamadığı, yutamadığı, çünkü egemenlerin servetini ve bolluğunu açıktan hedef alan -ne iyi ki!- “tehlikeli” bir kavram hâlâ. 


7

20. yüzyılın son çeyreğinde ve 21. yüzyılda kapitalizmin yeni dönüşümleri devleti özelleştirerek -şirketleştirerek- yaygınlaştırırken, politikayı ve toplumsal alanı da işletme mantığına tabi kıldı. İdeolojik ve siyasal çatışmaların alanı olmaktan büyük ölçüde çıkan siyaset, yekpare bir neo-liberal ideolojinin at koşturduğu, iktisadi çıkar gruplarının çatıştığı bir arenaya dönüştü. Bu yeni evrede “finans” ve “güvenlik” egemenliğiyle birlikte, (fiili ya da potansiyel) devlet politikacısı da artık geleneksel anlamda bir ideoloji insanı değil bir müteşebbis ve güvenlikçidir, bir tür “işletmeci-polis”tir.


8

İktidar-kitle ilişkisinin ezeli sorusu şudur: Ezilen, sömürülen kitleler, kendilerini ezen, sömüren iktidarları neden destekler? Zor ve rızada, ikisinin özgün bileşimlerinde aranır bu sorunun cevabı genellikle. İktidarın yukardan aşağı ve aşağıdan yukarı yeniden ve sürekli kurulmasına da bakılır elbet. Devlet ve kurumlardan tek tek kişilere, tek tek kişilerden kurumlara ve devlete uzanan bir ilişkiler ağının, hiyerarşinin farklı düzlemlerinde, farklı düzeylerinde aynı hegemonik söylemin yeniden-üretiminde yatıyorsa bu sorunun cevabı, bu hegemonik söylemin parçalanmasında mı aramalı iktidar-kitle ilişkisinin kopma noktasını?


9

Ezilenlerin, madunların, kaybedenlerin sesini duyurması mı yoksa bu sesin, ses olarak hiç çıkmayıp, bir avaz halinde egemen sırça köşkleri paramparça etmesi mi? Çünkü ses olmak, karşıdakince anlaşılır olmak, egemen dilin ve söylemin içinde konuşmayı, eylemeyi gerektirebilir (en “demokratik” iktidarlar sese ve söze yer açarlar ki tasnif edebilsinler, sınıflandırabilsinler, karanlıkta bir şey kalmasın). Böyle bir konuşma, böyle bir eylem ise içerilir, özünden boşaltılır, dışkılaştırılır ve “seyirlik demokrasi”nin yeni bir perdesi olarak gösterime hazır hale getirilebilir.
Verili dil ve eylem alanını “reel politikacılara” terk etmek... illegaliteye çekilmek... Yeraltı ağlarıyla, yeraltı bağlarıyla, köksaplar halinde, bambaşka bir dilin ve eylemin içinde kendini bulmak, avaz olmak... bütün zamanların ve bütün yerlerin avazı...


10

20. yüzyıl, anarşist-nihilistlerin silahlı eylemleriyle başlayıp Bolşeviklerin öncü parti anlayışından, halk savaşı teorilerinden işçi-köylü-öğrenci isyan hareketlerine uzanan uzun bir geleneğin politik avangardçılığına son verirken, 21. yüzyıl da sanatsal avangardın son kıvılcımlarının sönmesiyle başladı. Burjuvazinin kafa emeğini satın alma (ve kafa emeğini sembolik sermayeye dönüştürme) harekâtının eriştiği son nokta, sanatı, görselliği, kültür ve eğlence alanını egemenliği altına almasının son noktası, büyük kentlerde yaygınlaşan bienal hareketlerinin “politizasyonu” ile doruğa çıktı. 2009 İstanbul Bienali bu sürece önemli bir örnek teşkil etti: Sözün ve eylemin sömürgeleştirilmesi. “İnsan neyle yaşar?” “banka kurmanın yanında banka soymak nedir ki?” gibi kadim ve Brechtçi soruları Koç Holding logosu altında şehirli kitlelere sunan, Rosa Luxemburg'un “ya sosyalizm ya barbarlık” sloganını başköşeye yazan bir bienalin ardından, Auschwitz sonrası benzeri bir sarsıntıyla yeniden karşı karşıya kaldı düşünce: “hâlâ şiir yazılabilir mi?”, “hâlâ felsefe yapılabilir mi?” “hâlâ sanat yapılabilir mi?”, “hâlâ düşünebilir miyiz?”, “hâlâ avangard olabilir mi?”...


11

Her türden eylemin ve sözün esir alınabilirliğinin doruğa eriştiği bu nokta, eylemin ve sözün kurtuluş imkânını da acilen gerektiren bir nokta olabilir belki, insan hâlâ var olduğuna göre... Belki yine 20. yüzyıl başındaki aynı çıkış noktasındayız: Bu kez 1980 sonrasının dünyasında doğan apolitik, giderek nihilist genç kuşağın yeni politizasyon tavrına bakılabilir... Umudun, ufkun olmadığı, sistem tartışmasının olmadığı yerde, belki de gayet gerçekçi ve sert olunan bir yerde, tam da o “reel” ve gündelik olana topyekûn isyan, hayatın en sıradan kurgulanış haline karşı, umutsuzluktan doğan bir umut, Tanrı-Sermaye-Devlet üçlemi altındaki yetişkinler dünyasını (iş-aile-kurumlar...) bombalayacak bir tavır, bir ütopya, bir -olmayan- avangard (gençlik edebiyatında, sinemada izleri sürülen, dünyanın sokaklarında, kırlarında isyanı süren bir tavır)...


12

20. yüzyılın 21. yüzyıla devrettiği en temel iktidar yapılanması, bütün toplumsal hiyerarşilerin temel dayanağıdır yetişkinlik ideolojisi. Sistemin sürekliliği ve yeniden-üretimi, düşünsel yapısı ne olursa olsun her bir kişinin mümkün olduğunca erken yaşta bu hegemonik şekillenmeyi benimsemesi esasına dayanır. Çocukluk ve ergenlik süreleri hem fiziksel ve ruhsal anlamda kısaltılmış hem de iktisadi ve kültürel anlamda da sömürgeleştirilerek (oyuncak endüstrisi, kreşten okullara kurumların istilası, medya-internet ağları...) yetişkinliğe hazırlık evresi olarak görülür hale getirilmiştir (ölüm de ötelenerek yaşlılık uzatılmış, böylece gerontokratik yapı iyice sağlamlaştırılmıştır). Kadınların da paylaştığı, hatta yetiştirdikleri çocuklarla yeniden-üretimine katkıda bulundukları erkek-egemen ideolojisinin “bir an önce iş hayatına atılma”, “evlenip çocuk sahibi olma”, “askerliğini yapma” gibi beylik kalıplarında ifade bulan toplumsal rol ve kimlikler bu hegemonyanın temel kodlarıdır: üretimcilik, tüketimcilik, rekabetçilik-savaşçılık, şiddet, eğlence kültürü (futbol, TV, medya), otomobil, statü... Küresel kapitalizmin dünyasında her türden politik ya da kültürel farklılığa rağmen kalıcı ve evrensel olabilen tek hegemonya aracıdır yetişkinlik ideolojisi. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder