Qijika Reş Dergisi / Sayı:3
Sözcüklerin Gücüne Dair…
90’ların sonlarıydı. Henüz Öcalan’ın yakalanması ve sonrasında yayılan faşizan dalga ortada yoktu. Aldığım stüdyo dersinin “hoca”larından birisi, İstanbul’a göç istatistiklerinden söz ederken birden ağzından Kürdistan sözcüğü “çıkıverdi”. Sonra kendince “düzeltme”ye çalıştı: “Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yerler” dedi önce. Bu da olmadı, “Diyarbakır ve çevresi, demek istiyorum” diyebildi.
Tam o anda sınıf arkadaşlarımdan birisinin yüzünde beliren irkilmeyle karışık şaşkınlık ifadesi, aradan geçen onca zamana rağmen aklımdan hiç çıkmaz. Dile, söyleme ilişkin bir tabu, (eski solcu) liberal bir akademisyenin zihninden geçenlere ket vuramamasından kaynaklı bir tür “kendiliğinden açılım”la tuzla buz oluveriyordu.
Aradan on yıldan fazla zaman geçtikten, “yeni” devlet-i aliyemiz, fiili “İkinci Cumhuriyet”imiz, Kürtçe dilinde TV kanalı kurduktan ve yüce hükümetimiz “demokratik açılım” teranesiyle zihinleri karıştırdıktan çok sonra, bu sözcükten haz etmediklerini söyleyen (Türk) anarşistlerle karşılaşmak bu açıdan çok tuhafıma gidiyor. Coğrafi bir terimi, silahlı ayaklanmacıların bile kurulmasını talep etmedikleri bir devlet ismiyle özdeşleştirme becerisi, “Türk milli eğitim sistemi”nin yetiştirdiği “milliyetçi Türk gençleri”ne özgü ruh halinin içimize işleyişinin acınası bir örneğini oluşturuyor.
Lafın özü; bu yazılanların tek olmasa da öncelikli muhatabı “Türk” ve Türk anarşistlerdir.
Dile Dair…
Türkiye Kürtlerinin talepleri şu sıralar “dil” üzerinde yoğunlaşıyor. Bunun somut göstergesi de, iki-dilliliğin gerek belediyelerde gerekse toplumsal yaşamın diğer alanlarında yaygınlaştırılması çabasıyla karşımıza çıkıyor. Sürecin neler getireceği belirsizliğini korusa da, en azından şu an için bu girişimler büyük bir baskıyla karşılaşmadı.
Dil, DNA bileşimlerimizden, derimizin renginden çok daha belirleyici, belki de yegâne kültürel olgudur. Saussure’e göre bireyler-üstü bir dizge olarak dil, toplumsal bir “ortak” soyutlama biçimidir. Belki de bu yüzden kültürü yaratan dilden başka bir şey değildir. İşte bu açıdan, sözlü dilin yaygınlaştırılması ve yazılı dilin geliştirilmesi Kürtler için anlamlıdır. Yerel yönetim birimlerinden ve resmi dil talebinden öte, yazılı dilin, toplumsal yaşamın geneline, sokak tabelalarına, dükkân duyurularına, sebze-meyve tezgâhlarına yayılması kültürel direncin özünü oluşturacaktır. Neyse ki, yeni bir devlet/iktidar odağı oluşturulması anlamına gelecek şekilde -şimdilik- resmi dil(ler)e Kürtçe’nin eklenmesi talep edilmiyor.
“Millet” ve/veya “etnisite” nerede başlar nerede biter, ne teorik ne pratik fazlaca malumatım yok. Ancak milliyetçiliğin başladığı yer, muhtemelen insanın kendisinin bile konuş(a)madığı bir dili, “millet”daşlarından talep etmesidir. Emperyalizm ise, devletin kendi dilini bambaşka bir dil konuşanlara dayattığı noktada başlar. Öte yandan, bilinmeyen, hemen hiç konuşulmayan bir dili ortaya çıkarma çabası, post-modern bir girişim, bir tür define avcılığı çabası olarak görülebilir belki de. Özgürlükçü-komünist Kazım Koyuncu ve Zuğaşi Berepe’deki arkadaşlarının Lazca özelinde yapmaya çalıştığı buydu ve aradıkları “define”yi de bulabilmişlerdi. Oysa burada böylesi bir “define avcılığı” değil, var olan, “yaşayan” bir dilin direnişiyle karşı karşıyayız. Kuşkusuz ebeveynlerinin dilini çoktan unutmuş, başka bir dilin ve ister istemez başka bir “kültür”ün parçasına dönüşmüş olanların bu çabaları garipsenebilir. Yine de, bunda ısrarlı olmak, modernitenin ve emperyalizmin dayatmalarına karşı yerel, tabandan bir direniştir.
Eylem(e) Üzerine…
Daha dün, birkaç arkadaşla konuşurken, anarşistler olarak “Kürtler”e direniş ve mücadele biçimi önerme lüksümüz olmadığından bahsedenler oldu. Orada zaten “örgütlü” bir halk vardı, isterse bir devlet kurar istemezse mevcut devletle uzlaşırdı. Başka birisi, Kürtlerin kendi “komün”lerine, “kom”lara sahip olduğundan söz ediyordu. Ezilenlerin kendilerini ifade etmelerine olanak tanıyacak sözcükler bulmamızın önemine vurgu yapanlar da vardı.
Kürtlerin -özellikle kırsaldaki- yerel yaşamının doğayla uyumu bir kenara, bürokrasiye ve hatta kısmen mülkiyetçi/kapitalist anlayışa karşı direniş(imiz)le ortaklaşan noktaları olduğu da bir gerçek. Bu anlamda, bizlerin kentli küçük burjuva yaşamlarımızla onlara “örnekleyecek” fazlaca bir şeyimiz olmadığı da ileri sürülebilir. Ancak bu durum, bu topraklardaki cılız anarşist pratiklerin ve teorinin kendisinin söyleyecek hiçbir “söz”ü olmadığı anlamına da gelmez.
Söylemi ve aktivistlerinin kökeni itibariyle, ağırlıklı olarak anti-otoriter/anarşist öğelerden beslenen vicdani ret hareketini bu bağlamda anmak gerekir. Son aylarda ortaya çıkan Kürt Vicdani Ret Hareketi ve bu vesileyle onlarca kişinin reddini açıklamaya başlamış olması, vicdani ret hareketinin Kürtler üzerindeki “olumlu” bir yansıması olarak düşünülebilir. “Vicdani red”din kitleselleşmesi, tam da böylesi bir yerden filizlenecek gibi görünüyor. Öte yandan, (kuşkusuz sadece Kürtlere değil, yeryüzündeki hemen her kültüre içkin) cinsiyetçiliğin ve heteroseksizmin, özellikle geleneksel işbölümü pratiği ve itaat kültürü üzerinden, kadınlar aleyhine pek çok unsur içerdiğini görmezlikten gelemeyiz. Buna ilişkin değerlendirmeler, özellikle kadınların özgürleşmesi bağlamında Kürt hareketinin kendisine özgü ideolojik ve pratik zemininde zaten ifade ediliyor. Bunun ötesinde, heteroseksizmin sorgulanması meselesi de, vicdani ret hareketine benzer biçimde anti-otoriter/özgürlükçü eğilimler taşıyan LGBTT hareketi üzerinden gerçekleşebilir. Kürt hareketinin buna çok da uzak durmadığı, yakın gelecekte LGBTT hareketinin söz konusu coğrafyada daha görünür hale gelebileceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Zaten son yıllarda Diyarbakır ve Van’da buna yönelik çeşitli girişimlerle de karşılaşıyoruz.
Burada, -haddim olmayarak- bir şekilde Kürtlere “akıl verme”ye çalışırken, Celal Nuri’nin yüz yıl kadar önce çizdiği bir Ermeni anarşistinin portresi aklıma geliyor. Cizre’de izbe bir bodrum köşesinde, bir sürü boş içki şişesinin eşliğinde, etrafındakileri kafalamaya çalışan Paşa Ganyan, ölüme mahkûm edildiği Rusya’dan kaçmış bir isyancı. Oysa bugün artık Kürtlerin isyancıların “gazına” ihtiyacı yok. Aksine, şiddet kültürünün böylesine sıradanlaştırıldığı bir ortamda, şiddet dışı direniş yöntemlerine odaklanmak ve iktidarın kaynağı olarak şiddetin kendisini sorgulamak; anarşistler olarak belki de böylesi bir “söz”ümüz olmalı, böylesi bir gündem yaratmalıyız. Kuşkusuz, “esas” düşmana karşı mücadeleyi unutmadan!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder