22 Şubat 2011 Salı

‘Çokluk’ Gerçeği, İkili Karşıtlık ve Kürtler - Selaheddin Gezer



Qijika Reş Dergisi / Sayı:2 
                                        
 "Madde 1: Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin medeniyetin gerekleri doğrultusunda ilerlemesini sağlamak için, 
Kürt milleti için kendi milli gelenekleriyle uyum içinde bir Özerk Yönetim kurmayı taahhüt eder"
[Büyük Millet Meclisi - 10 Şubat 1922]**


 "Zêr dizane, zor dizane, devê tıfınga mor dizane" ’**  
[Kürt Teali Cemiyeti Diyarbakır Sorumlusu Dr. Fuat - 1925]
                                                                                                                                                                 

1- Kürtler ile Osmanlı ve Osmanlının devamı olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti arasında yaklaşık yüz elli yıldır süren gergin ve kanlı ilişkinin, siyasal ve kültürel parametrelerinin doğası ile Batı Avrupa merkezli siyasal ve kültürel yelpazenin (milliyetçilik, ulusal kimlik kurgusu, alt-üst kimlik ilişkisi, kimlik çatışmaları, ulus-devlet inşası) doğasını karşılaştırmalı bir yöntemle ele almak.
2- Neredeyse bütün siyasal mücadeleler tarihi boyunca, çoklu çatışmalar üzerinden ilerlemesine rağmen kaba bir indirgemecilikle ikili çatışmalara indirgenen ve daha sonra A. Negri tarafından temellendirilen tekçi karşıtlığın siyasal ve kültürel mücadelelerde yarattığı paradoksları ve çıkmazları ele almak.
3- Ulusun ve kurtuluşun içine düştüğü tıkanıklığın klasik mücadele perspektifleri ve mücadele/müdahale yöntemleri ile aşılmayacağından hareketle, çağa özgü tüm teorik ve metodolojik belirsizliklerin ve hayatımızın kılcallarına kadar sızmış olan iktidar yapılarının içinde alternatif direniş olanaklarını,  Kürt siyasal mücadelesi ekseninde tartışmaya açmak yazımızın temel teorik çerçevesini oluşturmaktadır.
           
             
Dörtten Fazla Parçaya Bölünmüşlük ve Geç Kalınmış Devrim
                         
Kürtlerin son iki yüz yıllık tarihi, bölgesel ya da küresel azgelişmişlik paradigması ya da kaba indirgemeci sosyolojik tahlillerle açıklanmayacak kadar karmaşıklaşmış tarihsel koordinatların içinde ilerleyen bir geç kalmışlığın ve tarih sahnesinden silinmek istenen kadim ve inatçı bir kavmin hikâyesidir. Modern dönemde ülkeler ilk önce haritalar üzerinde bölünür.  Özellikle tarihin yakın dönemlerinde, resmi elbiseli ya da üzerinde çok fazla rütbe bulunan üniformalarıyla birkaç adamın, gülerek ve cilveleşerek geniş bir masa etrafında toplandığına ve masaya çarşaf gibi uzatılan haritaların üzerinde ülke sınırlarını cetvellerle çizdiklerine çokça şahit olmuşuzdur. Bölündüğü hiçbir şekilde belli olmasın diye Lozan’dan bu yana devlet kurumlarında duvarlara asılan siyasi haritalara inat ve dört devletin, bazen vahşete varan kültürel, siyasi, ekonomik ve askeri basıncına ve görmezden gelmeciliğine rağmen Ortadoğu tarihinin en güçlü direniş kültürlerinden biri son iki yüz yıldır Kürdistan’da ortaya çıkmıştır.

Büyük Selçuklu Devletinden Osmanlı’nın yıkılışına kadar süren bin yıllık tarihsel kesitte, bütün resmi yazışmalarda ve gündelik dilde, Kürdistan diye tanımlanan toprakların belli parçalarına yirminci yüzyılın başlarında üç tane ulus devlet kuruldu.  Çok daha önceleri kurulmuş olan İran’ı da katarsak söz konusu devletler,  neredeyse yüz yıldır Kürtlerin, uluslaşmalarını ve devletleşmelerini engellemek için bütün devlet sistemlerini, anti-demokratik, gerici, militarist, milliyetçi ve merkeziyetçi bir karaktere büründürmeye çoğunlukla razı olmuşlardır. Uzun bir zamandır Türk, Arap ve Fars milliyetçiliği genellikle Kürtlük karşıtı bir söylem üzerinden kendini var eder. Her üç devletin devlet karakteri ordu-millet-devlet-erkeklik ve geçmişe tapınma özelliklerini barındırır. Ulus-devletin harcını sağlamlaştıran bu özellikler, din kardeşliği demagojisine rağmen, toplumların bilincinde, ruhunda ve vicdanında derin yarıklar, bilenmiş düşmanlıklar ve onarılması çok güç gedikler açmıştır.


** Büyük Millet Meclisi gizli oturumunda Kürdistan’ın Özerkliği Yasası 64’e karşı 373 oyla kabul edildiğinde, İngiliz Yüksek Komiseri Horace Rumbold’un Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a yazdığı yazıda geçen ve meclisçe onaylanan 18 maddelik yasanın ilk maddesi. (10 Şubat 1922)

*** ‘Zenginlik belirler, güç belirler, hiç biri belirlemezse, mor tüfeğin namlusu belirler.’ Dr. Fuad düzmece tutanaklarla 1925 Şeyh Said yenilgisinden hemen sonra Diyarbakır’da idam edilir.


“Ulus kavramı hakim kesimin elinde hareketsizlik ve restorasyon sağlarken, alt kesimlerin elinde değişim ve devrim için bir silah olur”  [Antonio Negri]

İnsanlık tarihinin en sancılı coğrafyalarından birinde konumlanmış olan Kürtlerin en büyük tarihsel trajedilerinden biri de, federalizme benzer bir tarzda örgütlenmiş olan Osmanlı’nın, 19. yüzyılda ulus-devlet illetine bulaşması ile başlamıştır. Söz konusu dönemde, modernleşme siyaseti güden her ülkenin kurucu kadrolarının tasavvur dünyasında ulus-devlet olmak, tarihsel bir ayrıcalık, aynı zamanda ilerlemenin ve modernleşmenin zorunlu bir tarihsel durağı olarak kabul ediliyordu.  Ayrıca, Osmanlıya bağlı halkların ayaklanıp bağımsızlık ilan etmeleri ile başlayan ve imparatorluğun merkezini derinden sarsıp panikleten küçülme ve parçalanma korkusu, yerelin bütünüyle merkeze bağlanmasını zorunlu hale getirmişti. Alman Faşizmine göz kırpmakta ve hayranlıkla önünde eğilmekte bir sakınca görmeyen Türk Jakoben milliyetçileri, kuracakları devletin yanına bir ulus koymak zorundaydılar. Söz konusu zorunlu ulus kurgusu, Osmanlı döneminde Balkanlı uluslar ile kıyaslandığında üvey evlat sayılabilecek, adı sadece yoksulluk, göçebelik ve ağır vergilere karşı isyan etmelerle anılmış olan bir Türklükten türetildi. Sonradan oluşturulan Türklük kurgusu, bir zamanlar Osmanlının ağır vergilerine ve savaş dayatmalarına birlikte isyan etmiş doğulu kavimlerin yurdu olan Anadolu ve Ortadoğu coğrafyasını sadece kanın rengine büründürmeyi göze alacak bir renksizleştirme hırsına dönüştü. Bayrağın kızılı, savaşta düşen gençlerin kanıdır! Bir zamanların mazlum ve yoksul kavim gerçeği, mitolojik bir tarihsellik ve antropolojik kurgularla iyice mistifike edilen bir üst kimliğe yani şanlı bir Türklüğe terfi edecekti. Türk ulus mitinde türeyiş ve dünyaya yayılma efsanesinin adının Ergenekon olması ile Türk devlet geleneğinin en derin, en kanlı ve en büyük gizli yapılanmasının adının Ergenekon olması adeta tarihsel bir ironidir.



Ulus-Devletin Çözülüşü ve Yeni Bir Özgürlük Politikasının Zorunluluğu

Özgürlüğe ve kurtuluşa giden yollar artık tuzaklarla doludur, tehlikelidir, her an tersine dönebilen hedefler ve her an kötü mecralara akabilecek iyi niyetli ereklerle doludur. O yüzden artık devrim, mutlak kurtuluştan ziyade bir kurtuluş olasılığıdır. 1930’larda Modern Batı’da barbarlığın sıkıştığı yerden infilak etmesi ya da aydınlanmacı aklın büyü bozumu denilen dönemi ve 1990’larda reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte ortaya çıkan alternatif sol ve Marksist yorumların teorik kalkış noktaları olan post-kolonyalist, demokratik federalizm, ekolojik ve feminist, anti-otoriter, otonumcu ve özgürlükçü söylemler Kürt siyasal mücadelesinin gündemine özellikle son yıllarda yoğun biçimde girmiştir. 1970’lerin sonundan başlayarak ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ şiarıyla yola çıkan Marksist-Leninist Kürt Hareketi, ‘Stalin dı go: sileh û sileh’) (1) marşlarından, konfederalist ve barışçı, aynı zamanda bütün Ortadoğu’yu kapsayan demokratik biraradalık paradigmasına evirilmiştir. Bu evirilmeyi tetikleyen en önemli etken, ilk bakışta ulus-devletlerin küresel ölçekte itibar kaybına uğrayıp aşınması, bunun yerine devletlerarası bölgesel blokların hayata geçirilmeye çalışılması olarak görülebilir. Fakat asıl neden, Kürtlerin özellikle bölgesel ve siyasal parçalanmışlıkları ve üç devlet tarafından neredeyse ekonomi dışı bırakılıp merkeze bağlı kılınmış olmalarının, sonuç olarak kendi topraklarında bir devlet kurmalarının zorluğunun Kürt siyasi kadroları ve Kürtlerin büyük bir kısmı tarafından kabul edilmiş olmasıdır. Ayrıca Öcalan’ın, özellikle İmralı süreci sonrasında gerçekleştirdiği yoğun alternatif teorik okumalarının da etkisiyle, alternatif direniş ve kurtuluş olanaklarını kadrolara yaymaya çalışmasının payı büyüktür.
                       
Avrupa’nın sömürgecilik takviminin ilk sayfasında, burnunda metal bir halka olan çıplak bir Afrikalı erkek figürü ve hemen üstünde şık giyimli, misyoner bir Avrupalı tacir vardır. Avrupa üst kimliği ve kültürü başkalık ve ötekilik figürlerini kurmaya başladığında bu figürleri aynı zamanda sömürgeciliğin diyalektik zorunluluğu haline getirmiştir. Avrupa üst kimliğinin ve kültürünün başkalık ve ötekilik figürlerinin en önemli özelliği,  kendilerinden olmayan her şeyi negatif bir öteki olarak inşa etmiş olmalarıdır. Oysa Türkiye Devletinin kurucu kadroları, Türklük kimliğini inşa ederken Türklük kimliğini diğer kimliklerin negatif ve zayıf nitelikleri üzerinden tanımlamakla kalmamış, Türklük kimliğini, diğer kimliklerin reddiyesi, diğer kimliklerin üstünü örten, çoğunlukla öteki olanı görünmez kılan, hatta diğer kimliklerin aslında kendileriyle aynı soydan gelen zayıf kimlikler olduğu (Kürtlerin Oğuz boyundan geldiği şeklinde ortaya atılan teorik şaka) demagojisi üzerinden kurmuştur. Türkiye insanının daha çok devlet, medya ve Kürt bölgelerinde görev yapmış bol malumat sahibi memurlar tarafından şekillendirilen Kürtlük algısında, çapraz fişekliği ve tüfeğiyle haksızlığa baş kaldıran bir eşkıya ve on çocuklu cefa çeken üç etekli bir kadın figürü üzerinden tanımlanan, dürüst, saf ve her an kandırılmaya hazır iyi niyetli bir Kürtlük mevcuttu.  60’lı ve 70’li yıllar boyunca, Hikmet Kıvılcımlı, İbrahim Kaypakkaya ve birkaç devrimciyi saymazsak, Türk sol hareketinin Kürtlük algısı böylesi romantik, karmaşık ve gizemli bir iyi niyetten öteye geçmemişti. Özellikle 1990’ların ortalarından itibaren milliyetçi ve muhafazakâr kesimlerin nazarında, devlete isyan eden, hain, içtiği kaba tüküren, çocuk parasına tenezzül eden, kapkaççı, güvensiz, kriminal bir Kürtlük algısına geçiş olmuştur. Türkiye sol cephesinde ise algı hala çarpıktır, hala kompleksten beslenmektedir, hala üstten bir bakıştır, burun kıvırmacıdır ve aynı zamanda komplocudur.

Franz Fanon’a göre ‘kolonileştirilen dünya sadece fiziksel ve belli bir toprak parçası olarak değil, düşünce ve değerler bakımından da Avrupa uzamından dışlanır. Avrupalılar kolonileştirdikleri insanları ‘biz onları anlayamayız, onlar için insan hayatı ucuz ve değersizdir, onlar ancak şiddetten anlar, kendilerini kontrol edemezler’ şeklinde tanımlarken aynı zamanda bütün negatif özellikleri (kötülük, barbarlık, sapkın cinsellik, gizemli, belirsiz, karanlık) yüklemekten de geri kalmazlar. Kimliklerin hem biyolojik hem de kültürel olarak arılığı ve saflığı büyük önem taşır. Çünkü Avrupai değerler her an kolonileştirilmiş ırkla ilişkiye geçer geçmez geri dönülmeyecek şekilde zehirlenebilir ve sakatlanabilir. Kolonyal hukuk, sınırın iki yanında ayrı ayrı uygulanır. Çünkü simgesel bile olsa bir sınır çizilmek zorundadır.’(2) Olağan Üstü Hal döneminde Kürt coğrafyası için oluşturulan hukuksal çerçeve, yaşanan vahşet ve hukuk skandalları, Bir dönemler İzmir Türk Budun Derneğinin Kürtleri kısırlaştırmak için yaratmaya çalıştığı kamuoyu süreci, İstanbul Valisinin ‘İstanbul’a giriş yapan Kürtlere vize uygulanmalıdır’ demesinin altında yatan milliyetçi bilinçaltı refleksi takdire şayandır.  Ayrıca internet haber sitelerindeki yorumlar kısmı, Batı yakasında Kürtlerin nasıl algılandığına dair sosyolojik ve toplumsal algı ile ilgili çok değerli ipuçları vermektedir.

Başkalık,  verili değil üretilmiştir paradigmasıyla yola çıkan Edward Said’e göre ‘Şark denilen yer, doğanın değişmez bir olgusu değil, bizzat yaratılmış, kurulmuş ya da şarklılaştırılmıştır’  Bu durum, Avrupa’nın bizi hem yaratma ve aynı zamanda dışlama biçimidir.(3) Avrupa, kolonileştirdiği dünyanın yerli ötekilerini Avrupa’ya ithal edip ihraç ederken tüm bunları kültürel antropoloji ve akademik disiplinleri yedeğine alarak yapıyordu.  Türkiye’de ise durum yine en az kurucu ideoloji ve  kurucu ideolojinin sosyolojik gerçeklikle kurduğu bağıntılar kadar çarpık ve biçimsizdi. Öyle ki, egemen söylem tarafından inatla dış güçlerin kışkırttığı ve aslında hiç olmayan bir etnisitenin bölgesel, ekonomik bir sorunudur diye tanımlanan Kürt sorunu, Kürt sorunu olmaktan çok bir Türkleştirme sorunundan kaynaklanıyordu. Avrupa, Doğuyu kendi zihinsel kalıpları içerisinde tanımlayıp ötekileştirirken Türkiye Devleti, Kürtlüğü kendi hâkim kültürel paradigmasına eklemleyip ‘onlarda bizden’ geçiştirmesiyle görünmez kılmaya çalıştı. Örneğin İngilizlerin Hindistan tarihini yazıp tekrar Hindistan’a ihraç etmeleri ile devletin kurucu kadrolarının Ankara’da icat ettikleri Kürtlüğü tekrar Kürtlere satmaya kalkması benzerlik gösterir. Böylece Kürdün çıplak gerçekliği yerine Türk üst kimliğinin bir ötekisi, muasır medeniyetler teleolojisi içerisinde, daha ilkel bir aşama olarak kabul edilen bir Kürtlük temsili oluşturulmaya çalışıldı. Sonraları postmodern anlatıların, gerçeğin yanlış temsili şeklinde temellendirdiği bu süreç aklın gerçeğe taktığı bir çelme idi.  Hepimizin tarihi birdir yalanını halklara yedirmeye çalışan, kurucu elitler, halkların en küçük itiraz anlarından en şiddetli başkaldırı anlarına kadar hemen hemen her dönemde askeri ve bürokratik bir hastalık olarak tanımlanabilecek kestirme ve kibirli bir tavırla, ‘Türkiye’de kendini Türk hisseden herkes Türk’tür’ dediler. Tarihin en büyük ironilerinden biri, bu gün Kürtleri, sürekli kimlik siyaseti yapmakla suçlayanların Anadolu coğrafyasındaki tüm kimlikleri sakatlayan, birbirine egemen kılmaya çalışan, ve tam bir kimlik mezbahanesi yaratan güçlerin ve onların devamcılarının olmasıdır. Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman olan Devletin  GEN’lerden ve RNA’lardan Sorumlu Bakanı Cemil Çiçek’in ‘Nijeryalılara Türkçeyi öğrettik. Hakkâri ve Diyarbakır’dakine öğretemedik.’  demesi ile ‘Anadil hakkı ertelenemez bir insani haktır. Kürtler bizden resmi olarak anadil hakkı istemesinler’ diyen imam hatipli, erkek, suni, vatanperver Türkiye Başbakanı kimlik siyasetinden öte kültürel ve ırksal teröre destek vererek aleni bir faşizme çanak tutmaktadırlar.

Negri’ye göre ‘Kolonyalizm, aynılık ve başkalık üreten soyut bir makinedir. Kolonyalizmin yarattığı ırksal terörün ve tabi kılma ilişkisinin en büyük tehlikelerinden biri de ezilen toplumu tek bir ulus çatısı altında toplayıp reel toplumsal farklılıkları homojenleştirip görünmez kılma tehlikesidir’.(4) Sömürgeciliğin diyalektik kurgusunu oluşturan Beyaz ve Siyah, Avrupalı ve Doğulu, Sömüren, Sömürülen vb unsurlar, birbiriyle ilişkili işlev kazanan temsillerdir. Fakat söz konusu bu temsillerin doğada, biyolojide ve zihinde hiçbir somut karşılığı yoktur. Yine de kolonyal durumda bu farklılıklar ve aynılıkların sanki mutlak ve doğalmış gibi bir işlev görmesi sağlanır. Kürtlük ve Türklük aslında birleştirilmeye çalışıldıkça birbirinden uzaklaşan iki taraflı bir karşıtlığa dönmüş ise bunun en büyük sorumlusu, yüz yıl önce Kürtlerin temel insani haklarını gasp edip Kürdü kendi kolonyal söyleminin ötekisi ilan eden üniter cinnettir. Oysa bu topraklarda bütün çatışmanın Türk ya da Kürt olmaktan kaynaklandığı şeklinde lanse edilen retorik, reel toplumsal farkları homojenleştiren tek karşıtlık ilkesi yani, kolonyalizmin diyalektiğidir.  Devletin resmi ve meşru şiddeti, faşizm ve yoksulluk, kadın sorunu, askeri ve bürokratik hegemonya, eşitsiz dağılım gibi yüzlerce sorun Kürdün de Türkün de temel yaşamsal kaygıları iken ulus ve ulusal karşıtlık tavrı bu çelişkileri görünmez kılıp muhteşem bir görme darlığı yaratmakla kalmıyor, toplumsal bir uyuşturucu işlevi de görebiliyor. Milliyetçi histerinin palazladığı empatik sefalet yüzünden, milliyetten taraf olmuş herkes, çoklu, herkesi aynı anda vuran bu sarmal vahşeti bir taraf için mubah, bir taraf için haksızlık olarak göstermekte adeta ustalaşmıştır. Türkiye Türklerindir demek nasıl tarihin en kederli kavimlerinden olan ve şu anda bile bazılarımızın evlerinde oturduğu şanlı ulus tarihinde İzmir’de denize dökülen Rumları ve Frenk’leri incitiyorsa Kürdistan Kürt’tür demek, tarihin en acımasız jenositlerinden geçmiş olan ve şu anda bile onların ektiği meyve ağaçlarının altında oturduğumuz Keldani, Yezidi, Asuri, Nasturi ve Ermenilerin tarihsel acılarına acı eklemekten başka bir şeye yaramaz. Türkiye Türk’tür; Kürdistan Kürt’tür demek,  kocasından sürekli dayak yiyen bir kadının bedeninde ve ruhunda his ettiği acıyı azaltarak; Batmanda farklı, Konya’da farklı kılmıyor. Çocuğu okula giderken cebine harçlık bırakmayan babanın mahcubiyeti Şemdinli’de de aynıdır; Ankara’da da. Kasıklarına polis tekmesi yiyip yumurtalıkları parçalanmış bir genç kızın bir daha anne olamayacağını bilmesi Diyarbakır ve İstanbul sınırlarını aşan bir acıdır. Ağrı’da zorla evlendirilen bir genç kızın hayata ve erkeğe olan öfkesi ile Karaköy Genelevinde her gün onlarca adamla cinsel ilişki kurmak zorunda kalan yirmi yaşındaki bir kadının öfkesi birbirine kardeştir. Çocukları dağda vurulan ve çocuklarının duvara asılan resimlerine bakan annelerin acısı her zaman birbirine denktir; bu denklik ve acının şiddeti, şehitliğin çok ötesine bir yerlere düşer. Makatına cop sokulan gencecik bir insanın aşağılanmış ve kırılmış ruhu Metris, Diyarbakır ya da Mamak cezaevlerinin çok ötesinde devletler ve toplumlar üstü bir yayılım gösterip bütün insanlığın ruhunu parçalar.

18. yüzyılda sömürgeleştirdikleri yerli ötekilerle karşıtlık ilkesi üzerinden uluslarını inşa eden Avrupalıların asıl kimliği, kolonyal bir ırkçılık üzerinden yükselmiştir. Tarihin hiçbir döneminde ulus, halk ve ırk kavramları birbirinin çok uzağına düşmemiştir. Homojen bir ulusal kimliğin ne kadar sağlam kurulduğu, ulusu besleyen ırk gerçeğinin ne kadar homojen ve pürüzsüz kurulduğuyla bağlantılıdır. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Türk Irkı vurgusunun milli marşlarda boy göstermesi ve tarihin en tuhaf teorik safsatalarından biri olan güneş dil teorisinin ortaya atılması, ulusallaşma macerasının ırkçılığa uğramadan var olamayacağı gerçeğinin bir tezahürüydü.  Günümüzde göç ve farklılığın Avrupalıların bilinçaltında bu kadar güçlü bir ötekilik ve ırksal paranoya yaratmasının en büyük sebebi aslında Avrupalı hiçbir ulusun saf bir ulus olmadığını bilmesinden kaynaklanır. Türkiye’de en katı milliyetçi ve şoven kitlelerin genellikle Türk olmayanların içinden boy vermesi bu tezi doğrulamaktadır. Baştan sona kan ve kemikten kurulmuş devletlerin şehitliklerinde yatan gencecik insanların genetik kodları çözüldüğünde ırkçıların ödünü patlatacak bir renklilik ve aslında vatan ve ulus uğruna ölen insanların büyük bir çoğunluğunun uğruna öldüğü vatandan ve ulustan olmadığı gerçeği ortaya çıkacaktır.

Halk ya da ulus kimliği toplumsal farklılıkları gizleyen ya da saf dışı bırakan bir düzlemde kutsal ve parçalanamaz bir birlik algısı yaratarak, bütün çatışmaları ve krizleri minimize eden, insanların varlığını feda edebileceği bir cemaati yani ulusu önce hayali olarak kurar. Pratik düzlemde ise gündelik hayatın her tarafını kuşatan ulusal birlik algısı, totaliterliğe ve yüce devletin uygulamalarına boyun eğmeyi emreder. Böylelikle devletin ağzını sulandıran toplumsal arılık, temizlik ve saflık ortaya çıkar. Fransız Devrimi ulus maskesinin altında yatan totaliterliğin ve baskıcı karakterin ilk ortaya çıktığı devrimdir. Ulus, toplumsal krizlere karşı bir marihuana kadar etkili olmasıyla aslında karşı devrimcidir. Muhteşem bir yatıştırıcıdır. Bir ulus ancak tek bir genel çıkar üzerinden kendini yaşatabilir. Toplumsal düzen ve birlik bunlardan biridir. Fransız Devrimi, ulusallığı devrimci bir cephe olarak kurgulamıştı.  Fakat çok geçmeden her gün bir meydana kurulan giyotinler, Danton’un uçurulan kellesi, eşitlik kandırmacasıyla devrim alanlarına sürülen yoksul sınıflara uygulanan baskı ve işkenceler, Fransız ulusçuluğunun aslında devrimci karakterinden ziyade tarihin en büyük gericiliklerinden biri olduğunu ortaya çıkarmıştı. Bu yönüyle ulusal egemenlik ya da halk egemenliği ruhsal bir kurgu yani bir kimlik kurgusunun ürünüydü. Çünkü ulusal egemenlik kavramının burjuva kavrayışı tikeldir, hegemoniktir, tarihselleşen burjuva egemenliğinin zaferidir ve Fransa’dan dünyaya yayılmış zehirli, aynı zamanda kudretli bir evrenselliktir.(5) Kemalist Reformculuğun, Birinci Paylaşım Savaşının devamı sayılabilecek ama her nedense resmi söylemde ulusal kurtuluş savaşı olarak geçen döneminde, cepheden cepheye koşan ve milis kuvvetler şeklinde örgütlenip bölge savunmaları yapan solcu, Kürt ve dindar kesimlere karşı uyguladığı tasfiye hareketi Fransız Devrimindeki ulus, kimlik ve toplumsal birlik kurgusuna bir yönüyle benzemiyordu. Temel retorik, ülkenin işgali ve bütün Anadolu halklarının, dolayısıyla İslam dünyasının onurunun çiğnendiği şeklinde somutlaşan ezilen ve yok edilmek istenen halkların ortak yurt savunması tuzağıydı. Fakat ortalık durulduktan sonra Fransa’da ve Anadolu’da ortaya çıkan sonuçlar fazlasıyla birbirine benziyordu. Dışa karşı ulus denilen hayali cemaatin gücünü, otonomluğunu, birliğini hatta özgünlüğünü göstermek amacıyla savunmacı rol oynayan yapılar, içeride aynı cemaatin çoğulluğunu yok sayarak baskıcı bir rol oynadılar. Ulus, bir müphemlik ya da belirsizlik ya da bir düş olarak kaldığı sürece ya da egemenlikle bağ kurmadığı sürece ilericidir. Fakat aynı ulus, egemen bir devlet olarak biçim kazanmaya başlar başlamaz bütün ilericiliğini yitirir. Zamanla, iki tarafı keskin bir kılıç haline gelir ulusal kimlik. Jean Genet ‘Filistinlilerin kurumsallaştıkları gün onların tarafını tutmayacağım; ya da onlar da öteki uluslar gibi bir ulus haline geldikleri gün orada durmayacağım’ (6) demişti.

Foucault, günümüzün radikal siyasetlerinin birçoğunun özcü ve karşıtlığa dayalı düşünüş biçimleri yüzünden hayal gücümüzün büyük oranda öldürdüğünü söyler. Durmadan yeni toplumsal hiyerarşiler ve yeni suçlular yaratan ve basit ikiliklere indirgenmiş ve ufkumuzu daraltan siyasal düşünüş kalıpları, bizim eşcinsel olmamızın, siyah olmamızın ya da kadın olmamızın mutlak anlamda bir direniş kimliğine sahip olmamız gerektiği yanılsamasını yaratır. Bu durum, sık sık baskı yapılarını yeniden üreten bir hınç kültürü yaratır. Yer tuzağına düşer ve bu yüzden anti-otoriter ahlakın tam karşısında yer alır. ‘Eril ve şovenist bir düşüncenin kadına kara çalmasıyla feminist söylemin erkeği iblisleştirmesi arasında fark yoktur aslında. Karşıtlığa dayalı bu tür söylemler iktidarı yeniden üretmekten başka hiçbir işe yaramaz.’ Sosyal ve kültürel şovenizmin bu topraklarda bu kadar kök salmasının bir nedeni de, Kürtlük algısının kendini Türklüğün aşağılamasına ve baskın karakterine karşı belli bir direniş kültürü üzerinden tanımlarken, Türklük algısının kendini Kürtlük de dahil diğer alt kimliklerin üstünü ve başat rolü üzerinden tanımlamasından kaynaklanır. Yirminci yüzyılın neredeyse tüm toplumsal mücadeleleri iktidar yapılarını tam olarak çözümlemeden iktidarı devraldıkları için çağın en iyi niyetli devrimleri bile korkunç bir hınç ve faşizm kültürünün tuzağına düşmüştür.  Yaşam tarzı ve kimlik siyasetleri çoğu kez dünyayı sadece kendi mahallesinden ibaret gören bir bencillik tarafından kuşatılır. Siyahları ezen beyazlar, eşcinselleri ezen heteroseksüeller, kadınları ezen erkekler gibi birbirleriyle geniş ve karmaşık bağıntılara sahip çoklu kimlikleri de görünmez kılar ve sömürü algısını sınırlandırır. Bu kadar karmaşık kimliklerin ve sosyal konumlanışların içinden tüm gerginliği ve çatışmayı iki karşıt kimliğin ya da pozisyonun varlığına bağlamak bütün mücadele olanaklarını sınırlandırabilir; kuşatabilir ve olması gereken asıl direniş hattını görünmez kılabilir. Geleneksel tanımlamalar, kategorileştirmeler, direniş reçeteleri, aşırı güven veren umut dolu lirik propaganda metinlerinin çok ötesinde bir şeyler söylemek gerekiyor artık. Salt Kürtlük kimliğinden beslenen ve dünyayı Kürtlükten ibaret gören bir Kürt mücadelesi Kürde en fazla her birinde bir bayrağın dalgalandığı resmi kurumlar ve Kürtlerin kolektif ruhunu okşayıp bir arada tutabilecek yeni semboller armağan edebilir.



Alternatif Bir Direniş Kültürü İçin Birkaç Son Söz

En ufak hücresine kadar iktidarın ve tahakkümün sızdığı bilgi kalıplarını red edip yeni bir direniş ve özgürlükçü dil yaratmak, melezleşen ve karmaşıklaşan aidiyetlerimizin ve kültürlerimizin önünde geniş bir soluklanma alanı yaratabilir.  Bu melezliğin ve karşıtlığın içinde bile dünyanın bu günkü egemenlerinin yarattığı ırkçı, cinsiyetçi ve kolonyalist kurguları besleyen ve sadece ikili çatışmaya indirgenmiş ben ve öteki kavramına meydan okumak zorundayız. Tıpkı, ‘Sakarya ne zaman kendini bir günlüğüne bile olsa Cizre’nin yerine koymaya başlarsa o zaman kardeşleşiriz’ diyen Cizreli bir baba ile, ‘bin bir yoksullukla büyüttüğüm oğlum ülke sınırları içinde niçin gittiğini bilmediği bir yerde vuruldu’ diyen İzmirli bir annenin gösterdikleri zihinsel olgunluğa yabancı olmayan bir dil üretmek zorundayız.
"Kendi başına ne farlılık, ne melezlik, ne arılık ne hareketlilik ne de hakikat bizi özgürleştirmez ama hakikati ve tüm saydığım değerleri üreten araçları elimize geçirmek yapabilir. Gerçek devrimci pratik üretim düzeyine gönderme yapar" [J. Holloway]

 Parçalanmış toplumsal kimlikleri onaracak tek şey ulus devletlerin egemenliğini ve beraberinde getirdiği tüm hiyerarşilere karşı çıkmanın araçlarını ve imkânlarını yaratmaktır. Rönesans hümanizmi ile başlayıp bilincin tüm ütopyalarını denetlemeye aday olmuş, modern egemenlik güçlerine karşı yeni bir yaşam politikası geliştirmek zorunludur. Post-kolonyalist, anarşist ve Marksist olan bütün özgürlük hareketlerine karşı bağışıklık kazanmış olan modern kapitalizm Negri’nin deyimiyle artık finans manzaralar, tekno manzaralar, etno manzaralar olarak görünüyor. Kendini farklılık ve çokluk üzerinden tanımlıyor. Che’yi Converse ile sentezliyor! Her farklılık bir fırsattır saikıyla ilerliyor kapitalizm. Halkları ve kültürleri zehirlemekten ve birbirine düşürmekten başka hiçbir işlevi olmayan ulus devletlerin yerine, konfedere biçimde örgütlenmiş, zengin bir benlik ve yeterlilik duygusuna sahip çok yönlü kişiliklerin ortaya çıktığı bir yaşam kültürü yaratılmak zorundadır. Solun tasavvur dünyası, bütün ekonomik sektörlerin kendi aralarında serbest dolaşımının getireceği ve insanların deneyim zenginliğini arttıran, kapitalizmin ve ilerleme ilkesinin böcekleştirdiği zavallı insanların yerine kendine güven duygusunu yeniden kazanmış bireylerden oluşan toplumsal projeler üzerine yoğunlaşmak zorundadır. Tanıl Bora’nın deyimiyle yerelciliğin ve refah şovenizminin dar kafalığına sıkışmadan, hem milliyetçiliğin gerilemesi hem de taşranın ayakta kalabilmesi için federalizm tutarlı bir siyasal alternatif olabilir.

 Tüm bu zorlu devrimci pratiklerin içinde, verili bütün siyasal kavramlar yeniden tanımlamaktan çok daha zengin içeriklerini yaratmak zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Eko-teknolojinin uygulanması, tüketimin akılcı ve dengeli dağılımının sağlanması, kısa sürede bozulan malların yerine dayanıklı malların üretilmesi, uluslar arası işbölümünün zayıflatılması gerekir. Uluslar arası işbölümünün zayıflaması kapitalizmin can çekiştiği zamanın diğer adıdır. Yerelci yönetimlerin yalıtımcı ve özyeterlilik ilkesinin yanlış algısı sayesinde kültürel dar görüşlülüğe ve yerel şovenizme sapabileceği hatta yerelin kendi baronlarını ve derebeylerini yaratabilme tehlikesine karşı Kayseri’nin en büyük düşmanın Diyarbakır değil küresel iktidar odakları ve onların yarattığı siyasal ve kültürel değerler skalası olduğunu gür bir sesle haykırmak zorundayız.  Buna rağmen ‘ bir kent ya da bir kasabada yer alan belediye sarayı, bir ulus devletin başkentinden ya da parlamentosundan çok daha masumdur’(7) diyen Boockhin’e kulak kabartarak,  Paris Komünü ve 1930’lu yılların İspanya geleneğini, orada kurulan biat etmeyi red eden komünal ruhu Anadolu ve Ortadoğu şehirlerine taşımakla büyük bir toplumsal dönüşüm yaratılabilir. Küçük burjuva konformizminin bütün nimetlerinden faydalanan, ‘ver kurtul, zaten doğu yıllardır tepemizde asalak gibi duruyor, biz olmazsak onlar açlıktan ölür’ diyen batılı kibiri ve refah şovenistlerini utandırmak ve onları kendi kibirleri ve ırkçılıklarıyla yüzleştirmek gerekir.

Yerel yönetimler, politik özgürlüğün; politik özgürlük ise bireysel özgürlüğün zeminini sağlamlaştırır. Dayanışmacı bir yaratıcılık, insan ile doğa arasında hiyerarşik olmayan yeni bir ilişki modeli yaratmak, toplumu devletten azad etmek, doğal yaşamın reddine dönüşen, yalnızlığın ve parçalanmaların mabedine dönüşen kentleri, eko-cemaatler ve eko-sistemlere uygun yeniden yapılandırmak, teknolojinin tahrip eden karakterinin yerine teknolojinin yaratım potansiyelini koymak, devlete karşı yurttaş örgütleri ve halk meclislerini kurmak, küresel kapitalizmin ve onun en güçlü ayağı olan ulus-devleti fazlasıyla zorlayacak olan devrimci zorun diğer adıdır. Mevcut ekolojik hareketlerin ekolojiyi sadece çevreyi koruma bilincinden ibaret gören kör ve dar algısını aşan, ekolojik hareketi, bir toplum ve bilim felsefesi, anti-hiyerarşik ve anti-otoriter bir toplum projesi, bir eylem ve yaşam tarzı olarak kurmak verili olana karşı devrimci bir müdahaledir. 

Artık eskisi gibi tek bir merkezden yayılan ve toplumu total bir baskı altına alan iktidarların yerine merkezsiz, her yerde bulunan ve sürekli kendini üreten bir iktidar ile karşı karşıyayız. Bütün ulusalcı, sol ve Marksist hareketlerde iktidarın tek bir merkezden yayıldığına dair inanç aynı zamanda bu iktidarı devirecek yegâne gücün öncü bir devrimci parti olabileceğine dair bir inanç yaratmıştı. Bu gün, merkezsiz, dağınık ve ağlarla birbirine bağlı bir iktidar yapısında öncü partiye ihtiyaçtan çok yaşamın bütün gözeneklerine sızmış ve merkezi olmayan bir direniş hattına ihtiyaç vardır. Savaş, savaşan güçleri zamanla iki noktada birbirine çok benzetir: Birincisi benzeşme, milyonların şanlı direnişine rağmen, kendi iç iktidar yapılarının ‘ben savaştım; ben yarattım; sahip benim’ türünden bir psikolojik tutumdan beslenen ve zamanla bir nevi grup ve lider oligarşisine dönüşmesidir. İkincisi benzeşme ise temsili olduklarını ve uğruna savaştıklarını iddia ettikleri halk kitlelerine karşı küçümseyici, dışlayıcı, homojenleştirici ve hizaya getirmeci yaklaşım biçimlerinde kendini gösterir. Devrimin kendi çocuklarını boğazlamasını önlemenin yolu, zamanla mücadeleyi zehirleyen ve mücadelenin hücrelerine kadar sızan iktidarı boğazlamaktan geçer.

Deleuze ve Guattari’ye göre ‘özgürlük, toplumsal beklentilerden kaçıp kurtulma özgürlüğü değil, aksine toplumsal ilişkilere girme özgürlüğüdür.’(8) Devrim senaryoyu yırtıp atmak, içselleştirilmiş gelenekleri, beklentileri, dışsal politik ve ekonomik kurumları unutmak veya yıkmak sorunu olduğunda, geriye hiçbir ilişki kalmaz. Aksine devrim, senaryoya eklemelerle, başka yerlerden stratejiler ödünç alıp umulmadık değişikliklerle gerçekleşir. Kuramsal normları doğrudan bir kenara fırlatmak yerine, başka yerden düşünceler taşıyarak, sapmalar ve alternatifler dizisi sunarak hegemonik söylemelerin tutarlılığı yerle bir edebilir. Dünya devrim tarihi boyunca, geleneğin ve bizden olmayan herkesin reddi üzerine yükselen dar örgütçülük, totaliter ve merkeziyetçi parti disiplini, devrime sadece bol miktarda ölen ve küsen devrimci armağan etmiştir. Dünya devrim tarihi, katı olan her şeyin buharlaştığı bir yaşam gerçekliğini gözlerimizin içine soka soka, iktidar üretmeyen toplumsallıkların acilen oluşturulması üzerine bize zengin dersler ve deneyimler bırakmıştır
Yine Tanıl Bora’nın deyimiyle ‘Mezopotamya’yı ‘baştan aşağı Kürt’ gören ve her baktığı ‘şey’de Kürtlük gören bir bakışın hâkim olduğu bir iklimde, yerinden yönetim, âdemi merkezileşme vb. ilkeler, taban demokrasisini değil, yerel otokratların gücünü pekiştirmeye yarayacaktır.(9)   Özerklik kavramı, zamanla iktidarların bu bizim iç meselemiz şeklinde oluşacak bir pervasızlığına dönüşebilir. Demokratik bir federasyon talebi, çoğulculuk ilkesine, ortak ilkeselliğe ve demokratik bir kültüre dayanmadığı sürece içe kapanma, yerelci bir tutuculuğa meyillenip bütün evrenselliğini yitirebilir. Söz konusu tehlikeyi aşmanın yolu, devrimin sadece kurumları ve ekonomik ilişkileri değil, canlı ve cansız bütün evrenle girdiğimiz ilişikleri, bilinci, yaşamı yorumlayışımızı ve arzularımızı kucaklama gerçekliği olduğunu kavramaktan geçer. ‘Tüm tahakküm ve hiyerarşi tarzlarına, sadece burjuvaziye değil, tüm toplumsal sınıflara ve mülkiyet biçimlerine karşı olan özgürlükçü bir bilinç ve bir eylem tarzı yaratmak zorundayız.’(10) Devrim, toplumsal donuklaşmaya ve donmaya karşı sadece bilimin ve kültür politikalarının yetersiz olduğunu, sanatın dönüştürücü ve uyarıcı gücünün özgür ve eşit üstün insanlar cemaatinin pratik koşullarını yaratmada en önemli silahlardan biri olduğunu kabul etmek zorundadır. Bireyin devletten kurtarılması o kadar acil ve öncelikli bir hal almıştır ki, yerküre tarihin hiçbir döneminde iktidar karşıtı ve total itaatsizlik barındıran bir provokasyona bu kadar ihtiyaç duymamıştı. 


Kaynakça

1-   ‘Stalin derdi ki: "silah illa da silah"
2-   Franz Fanon - Yeryüzünün Lanetlileri - Versus / 2007
3-   E. Said & Şarkiyatçılık & Metis / 2004
4-   A. Negri & M. Hart / İmparatorluk / Ayrıntı / 2008
5-   A. Negri & M. Hart / İmparatorluk / Ayrıntı / 2008
6.   Jean Genet ‘İnterview Avec Wischenbart & Paris 1991
7-   M. Boockhin /Kentsiz Kentleşme/ Ayrıntı / 1999
8-   P. Goodchild  / Deleuze & Guattari Arzu Politikasına Giriş Ayrıntı / 2006
9-   Federasyonu Düşünmek – Tanıl Bora – Birikim Dergisi Sayı: 256-257
10- M. Boockhin / Ekolojik Bir Topluma Doğru / Ayrıntı / 2005                                             

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder