Qijika Reş Dergisi Sayı: 2
Bir yanda kapitalizmin ve diğer yanda ulus devletlerin beraberinde getirdiği özgül ekonomik, siyasî ve kültürel sorunlara ‘köktenci’ bir çözüm olarak özellikle Anarşist ve Marksist kuram içerisinde yer bulan özerklik (otonomi) düşüncesi günümüzde burjuva liberal demokrasilerinin de dâhil olduğu bir konudur. Özerklik, orta çağda merkezi krallıklara karşı toprak sahipliği biçiminde feodal beylerin özerkliği olarak; imparatorluklar döneminde dini gruplara verilen özel statü olarak; ulus devlet(ler) döneminde etnik ve ulusal azınlıklara verilen bir güvence olarak; Paris komünü, Chiapas ve Porto Alegre deneyimlerinde ‘doğrudan demokrasi’ biçiminde geniş bir dönemi kapsamakta ve farklı uygulama biçimlerine sahiptir. Günümüz dünyasında özerklik konusunun yeniden gündeme gelmesinde bir yanda çok etnikli ulus devletler dâhilinde yaşanan çatışmaların çözüm beklemesi ve ‘tek ulus-tek devlet’ siyasal sistemini bu çatışmaların krize uğratması; diğer yandan 90 sonrası küreselleşme süreciyle birlikte refah kapitalizmi dönemin üst yapı kurumsallaşması olarak gelişen müdahaleci, katı, merkeziyetçi, hantal devletin neoliberal hegemonya inşasında eleştiriye konu olması ve son olarak reel sosyalizmin yıkıntıları, deneyimleri üzerinden özgürlükçü, liberter, anti-otoriter ve iktidara/devlet iktidarına mesafeli olma gibi prensiplere dayanan “yeni bir devrimci solun” bu yeni hegemonya sürecini hem teorik hem de pratik ‘direnişlerle’ engellemeye çalışması ve son olarak devlet kurumunun tarihsel bir olgu olduğu, insanlığın değişmez bir kaderi olmadığı, tarihin belirli bir kesitinde ortaya çıkması gibi bir gün ortadan kalkacağı düşüncesinin gelişmesi gibi nedenler sayılabilir. Böyle bir konjonktürde özerklik kimi zaman neolibreal düşünce tarafından müdahaleci devletin karşısına konulan merkezsizleşme (desentralizason), yerellik, yerinden yönetim gibi kavramlar; kimi zaman ise yine merkezi devlet iktidarının karşıtı olarak devlet merkezli siyaset yerine toplum merkezli, devletsiz siyaseti koyan sol düşünce içinde doğrudan demokrasi, özyönetim, otonomi, kantonculuk, federalizm gibi kavramlar bağlamında kullanılabilmektedir. Bu haliyle özerklik düşüncesinin bir hukuki-idari boyutu bir de siyasi-felsefi boyutu olduğu söylenebilir. Hukuki-idari boyutu içinde özerklik bugün özellikle çok etnikli ulus devlet yapılarında/bünyesinde uygulanmakta olan ve alternatif bir eşitlikçi/katılımcı ekonomik modele sahip olmayan örnekleri, siyasi-felsefi boyutu ise kısmen uygulandığı düşünülen (Chiapas, Porto Alegre gibi) bölgelerde temsile dayanmayan, katılımcı bir siyaset ve alternatif bir ekonomik modele sahip örnekleri ifade etmektedir. Özerklik, ister hukukî-idarî model olarak isterse siyasi-felsefi model olarak uygulanıyor olsun her iki durumda da hem hukukun hem de siyaset felsefisinin önemli tartışmalarını bünyesinde taşıyan apaçık anlaşılır bir mesele değildir. Dolayısıyla özerklik kanaatimizce her iki boyutunun da etraflıca tartışılmayı hak ettiği bir konudur.
Özerklik konusu Türkiye gündemine 90’lı yılların ikinci yarısından sonra girmeye başlamıştır. Bu gündemin belirlenmesinde Kürt siyasal hareketi tek ve en önemli özne olmuştur. Bu süreçte özerklik, “Demokratik Özerklik” kavramıyla karşımıza çıkarken kavram daha çok “Kürt Meselesine” bir çözüm olarak Kürtlerin idari-hukuki bir reform önerisi olarak algılanmıştır. Belki de sadece bu nedenle ne genel olarak “özerklik” ne de özel olarak “demokratik özerklik” gündem yaratacak bir tartışmaya konu olmamış ve özellikle sol siyaset içinde karşılık bulamamıştır. “Sadece bu nedenle” olarak ifade etmeye çalıştığım şeyin kendisinin dahi başlı başına analizleri gerektiren bir sorun olarak değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Öyle ki “bu neden”; bu öneriye karşılık vermesi gereken/beklenen sol tandanslı politik grupların sırf Kürt olmaya ilişkin bilinç atındaki gizli bir ırkçılığın tezahürü olarak da okunabilir. Böyle bir gizli ırkçılığın kendini dışa vurumu elbette Kürdü, ‘homo politicus’ olarak yetkin, yeterli görmediğini dile getirme biçimindeki doğrudan ifadelerde değil, bilakis Kürd-i siyaseti, siyasetin evrensel ilkelerinden yoksun gören, bu siyaseti Kürde ve Kürt meselesine sıkıştıran daraltıp sınırlamaya eğilimli, “Kürt Sorununun çözümüyle birlikte Kürt siyasal hareketinden beklenenin siyasal alandan çekilmesi ve bu alanı ‘asıl aktör ve soruna’ bırakmaları” anlamı çağrıştıran etnomerkezci ifadeler, düşünceler, fikirler arasında okuyabiliriz. Kürt siyasal hareketine dönük böyle bir ırkçılığın olmadığını düşünenlere Avrupa’da siyasi parti düzeyinde aktif siyasetin içinde olan ‘göçmen kökenli’ siyasetçilere neden sürekli sadece göç, göçmenlik ve entegrasyon gibi konularda görev(ler) verildiği hususunda düşünmelerini öneririm. Yine benzer biçimde bu ülkelerde okuyan ‘göçmen kökenli’ öğrencilerin, yaşayan sanatçıların sadece göç ve göçmenlik konusunu işleyen bilimsel ve sanatsal çalışmalar yapması yönünde desteklendikleri, özellikle bu konulara yönlendirildikleri, sadece bu alanda kazanılan başarıların değerli görülmesi ırkçılık değil de başka neyle açıklanabilir? Almanya’da başarılı Türk dönercilerin hikâyelerinin medyada sıkça işlenmesi yoluyla göçmenlerin gastronomi sektörüne özendirilmesi iş piyasasının etnik ırkçı segmentasyonu dışında başka bir anlama gelebilir mi? Bu örneklerde ırkçı olan şey, her şeyden önce her göçmenin insanî özelliklerinden soyutlanıp bir “göçmen” uzmanı olarak üretilmesi; buna bağlı olarak göçmen bir vatandaşın, sözde evrensel ilkelere sahip olduğu varsayılan hukuk, siyaset ve ekonomi gibi alanlarda söz söylemeye ehil olamayacağı kurgusudur. Bu ise, evrensel olduğu düşünülen ve buna uygun ‘üstün’ kompetenslere sahip olmayı gerektiren alanlardan göçmenlerin dışlanmasını, bu alanlarda görünür olmamasını beraberinde getiren ırkçı uygulamaları doğurmaktadır. Benzer ırkçı kurguyu legal Kürt siyasal hareketini “kimlik ve bölge siyaseti” yapmakla suçlayan mantıkla, ‘Demokratik Özerkliği’ sadece Kürt Sorunu için Kürtlerin savunduğu bir düşünce olarak görüp arkasını dönen yaklaşımla ilişkilendirmek ne abartı ne de Türkiye siyasal alanını yanlış okumaktır. Demokratik Özerklik düşüncesine biraz daha yakından bakınca bunun sadece Kürtler için, Kürt meselesi için düşünülmüş bir reçete olmadığı, tersine ister yanında ister karşısında olunsun “devletsiz ortak bir yaşam” şeklinde formüle edebileceğimiz bir siyasi düşünceye dayandığı görülecek, DTP-BDP çizgisinin parlâmentoya sunduğu gensoru önergeleri, bu yapının bölge ve kimlik siyaseti yapmadığını, tersine “madun siyaseti” yaptığını gösterecektir. Dolayısıyla demokratik özerkliği, bunu da kapsamakla birlikte sadece Kürtlerin Kürt meselesi için önerdikleri bir çözüm olarak kodlamak, bunu Türkiye’nin mevcut başka siyasi, iktisadi, toplumsal sorunlarını çözme gücünden mahrum bir düşünce olarak görme anlamına gelir ki bu Kürt siyasal hareketine ‘siz Kürt meselesini çözün’, ‘Türkiye sorunlarını biz çözeriz, bu bizim işimiz’ gibi latent ırkçı bir mesaj iletmektir. Benzer biçimde, öyle olmadığı halde legal Kürt siyasal hareketini ‘kimlik ve bölge siyaseti’ yapan bir parti olarak ‘çağırmak’, her şeyden önce onları ‘bölge siyaseti yapan’ bir siyasal aktör olarak inşa etmek ve diğer taraftan onlara ‘Türkiye siyaseti yapmayın’ demenin zımnî bir ifadesi anlamına gelir ki, bunun adı da literatürde latent ırkçılıktır.
Kısacası “demokratik özerklik” düşüncesi ısrarla kapitalist ve ulus devlet dünya sistemden alternatif bir ekonomik ve toplumsal örgütlenme modeli biçiminde bir kopuş olarak siyasi-felsefi anlamıyla görülmek istenmemiştir. Öyle ki Chiapas ve Porto Alegre gibi deneyimlere Türkiye’den “selâm gönderen yoldaşlar” benzer bir sürece Kürtleri ve Türkiye’yi sokabilme potansiyeline sahip ve yanı başlarında konuşulan “Demokratik Özerkliğe” kolayca sırtlarını dönebilmiştir[1]. Özerkliğe, doğrudan demokrasiye, otonomiye politik olarak sahip çıkan, dolayısıyla Paris Komüninden, İspanya deneyiminden, fabrika öz yönetimlerinden, Chiapas’tan, Porto Alegre’den heyecanla söz eden sosyalist ve anarşist gruplar dahi “Demokratik Özerklik” konusunda yeterli sahiplenmeyi gösterememişlerdir[2].
Böyle bir politik sahiplenme ve ‘queer yoldaşlığı’ (J. Butler) yolunun açılmasına bir katkı olarak düşünülen bu yazı, Türkiye’nin son birkaç yıldır “demokratikleşme yolunda ilerlediği” iddiasının ortalarda dolaştığı bir dönemde genel olarak “özerklik” ve özel olarak “demokratik özerklik” konusunu tartışmanın gerçek bir demokratikleşme adına –militarizm karşıtı, cinsiyetçilik karşıtı, ırkçılık karşıtı, anti-kapitalist- merkezi önemde olduğundan hareketle özerklik kavramı tartışarak Avrupa’da idari-hukuki olarak uygulama bulan özerklik deneyimlerinden hareketle bu uygulamalarda göze çarpan sorunlara, güçlüklere dikkat çekmeye çalışacaktır ve bununla özerkliğin sadece idari-hukuki bir biçimde dahi olsa hayata geçirilmesinin oldukça önemli sorunlara gebe, gerilimli ve çatışmalı bir süreç olduğunun ve sanıldığı kadar kolaylıkla hayata geçirilemeyeceğinin görülmesi umut edilmektedir. Kavramın siyasi-felsefi anlamı daha geniş bir araştırma ve okumayı gerektirdiğinden burada ele alınmayacak ve başka bir tartışma metninin konusu olacaktır. Böyle bir okuma öncelikli olarak ‘modern devlet’ olgusu, ‘devletsiz siyaset’ anlayışı, ‘iktidarın doğası’, ‘toplum’ ve ‘topluluk’ gibi konuları etraflıca ele almayı, tartışmayı gerektirir. Çünkü siyasi-felsefi anlamı içinde özerklik, toplulukların kendi kuruluş ve varoluşlarını merkezi bir devlet olmaksızın devam ettirebildikleri, dolayısıyla iktidarın yönetenlerde değil, topluluğun kendi elinde bulundurduğu bir politik varoluşu ifade etmektedir.
I. Özerklik Nedir?
Özerklik kavramının kesin bir tanımı üzerinde bir uzlaşı olmamakla birlikte kavram, federalizm, desentralizasyon, bölgesel yönetim, yerel yönetim, özyönetim gibi benzer çağrışımlara sahip kavramlardan farklı bir anlama sahiptir. Kavramın tam, herkesçe kabul edilen bir tanımına ulaşmada pratikte birbirinden farklı özerklik uygulamalarının bir zorluk yarattığı söylenebilir. Bire bir kelime karşılığı “Kendi yasasını yapmak” anlamına gelen özerklik, Yunanca “Yasa” ve “Egemenlik” kavramlarından gelmektedir. Kavramın sırf bu etimolojik anlamı yeni bir “egemenlik” durumuna ve bunun da “yasama gücüyle” ilişkili olduğuna gönderme yapmaktadır. Bu anlamı içinde özerklik, “bağımsızlık” olarak tanımlanabilir. Bu, herhangi bir gücün belirleyiciliği altında olmaksızın yasa yapma ve bu yasaları uygulama gücü ve yetkisini kullanabilme olarak bağımsız bir devlet olma durumunu ifade etmektedir. Türkçede kullanılan “özerk üniversite” tamlamasındaki anlama bakarak düşündüğümüzde özerklik, “kendisiyle ilgili konularda merkezden bağımsız karar verebilme” biçiminde bir anlama sahiptir ki bu ne tam manasıyla merkezden bir kopuşu ne de doğrudan merkeze bir bağlı olma durumunu ifade etmektedir. Dolayısıyla özerklik kavramı, yeni bir egemenlik durumunun yol açtığı “bağımsızlık” anlamının yanı sıra kendiyle ilgili işlerde merkeze bağlı olmaksızın kendi işleri hakkında karar ve yetki sahibi olma, kendi işlerini yönetme, düzenleme olarak tanımlanır. Etnik azınlıkların hakları nazarından özerklik, “sınırlı bir yerel idare”, “özyönetim” ve “bağımsızlık” arasında değişebilen anlamlara sahiptir (Benedikter, Thomas, Autonomien in Europa). Benedikter’e göre çoğu durumda özerk bölgeler, etnik ya da kültürel farklarla karakterize olan, bölgeye ilişkin dâhili konularda yasa teklifinde bulunma ve idare açısından özel yetkilerin tanındığı ancak devletin egemenliğinden kopmamanın güvence altına alındığı egemen devlet içindeki bölgelerdir.
Biraz daha hukukî kavramların içinden ve etnik azınlıkların hakları açısından tanımlaya çalıştığımızda özerklik, etnik, dinsel, kültürel bir grubun “hukuk öznesi” olarak tanınması anlamına gelmektedir. Bir grubun hukuk öznesi olarak tanınabilmesi için en asgari koşul “yasama, yürütme, yargı” gücünden en az birini kullanıyor olması, başka deyişle gruba en azından bu yetkilerden birinin devredilmiş olmasıdır. Dolayısıyla özerklik, egemen bir devletin tekelinde bulundurduğu yasama, yürütme ve yargı yetkisini paylaşması, dağıtması olarak desentralizasyon anlamına gelmektedir. Bu güçlerin dağıtımıyla “özerk bölgeler” egemen devlet tarafından hukuk öznesi olarak kabul edilmiş sayılırken uluslar arası hukuk açısından hukuk öznesi olarak görülmezler. Ancak bunun da istisnası olmakla birlikte, yürürlükte olan uluslar arası hukuk açısından bu hukuku yapan, buna taraf olan organ şimdilik bağımsız devletlerdir.
Özerklik güçler ayrılığının bir aracı olarak görülebilir, bu sayede devletin bütünlüğü farklılıklara saygı duyulması yoluyla gerçekleşmiş olur. Klâsik anlamda modern devleti belirleyen üç temel özellikten söz edilebilir: Bunlar sırasıyla, toprak, halk ve şiddet. Toprak, devletin egemenlik sınırlarını; halk, devlet egemenliğinin meşruiyetini kabul eden nüfusu; şiddet ise sadece devletin tekelinde bulunan zor kullanma gücünü belirtir. Dolayısıyla devletlerin, egemen olduğu toprak(lar) üzerindeki hak iddialarını, bu topraklardan bir parçanın başka bir egemene devrinin kendi egemenliğine bir tehdit olarak görme eğilimi territoryum ilkesiyle ilişkilidir. Yine benzer biçimde halk, devletin tanımladığı ve temsil edilebilir, homojen ve sabit bir nüfus olarak tasavvur edilir ve bu tanım, temsil edilebilirliği, homojenliği ve sabitliği tehdit eden girişimleri devletler bertaraf etmeye çalışır. Sınırları belirli teritoryum (devlet toprakları) ve halk üzerinde devletin uyguladığı şiddet araçları ve pratikleri dışındaki araç ve pratikleri devletler, gayri meşru olarak tanımlayıp bastırma yoluna gider. Devlet kendi meşru şiddetinden başka bir şiddeti meşru olarak görmez. Dolayısıyla özerkliği, devletin bu unsurlarını tehdit etmeyen, ancak belirli bir bölgede yaşayan halkın kendi kendini yönetebileceği yetkilerin bunlara devredildiği, diğer yetkilerin merkezi devlette kalmaya devam ettiği bir idari-hukuki yönetim biçim olarak tanımlayabiliriz. Bu, özellikle çok etnikli/uluslu devletlerde yaşanan çatışmaların çözümü için tercih edilen yollardan biridir.
Azınlık haklarının korunmasının, geliştirilmesinin yollarından biri olarak özerklik yaklaşık 16.yy’dan beri değişik biçimlerde uygulana gelmiştir. Özellikle ulus öncesi dönemde dinsel kimliklere göre tanımlanan topluluk yapılarında çoğunluk veya azınlık olmalarına göre kâh Müslümanlar, kâh Protestanlar, kâh Yahudiler özerklik statüsü elde etmişlerdir. 20. yy.’ın birinci yarısında politik çatışmaları önlemek adına değişik durumlarda özerklik uygulamalarına rastlanmaktadır. Avrupa’da bazı ulusal azınlıklara 1. Dünya savaşı galipleri tarafından özerklik sözleri verilmiştir. Ancak verilen sözler kısmî yerine getirildiğinden Avrupa’nın çok etnikli yapısında çatışmalar yaşanmaya devam etmiştir. II. Dünya savaşı sonrası ve bunu takiben soğuk savaş döneminde özerklik konusunda zorluklara ilişkin politik tartışmalar genişlemeye başlamıştır. Bu dönemde her ne kadar ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı BM sözleşmesinde ve AB’nin sivil ve siyasal haklar anlaşmasının ve devletler hukukunun temel bir öğesi olarak tespit edilmiş olsa da bunun uygulanması sadece post-kolonyal dönem halklarıyla sınırlandırılmıştır. Ancak yine de bağımsız devletlerin sınırları içinde kalan azınlıklar ve yerli halkların kendi kendini yönetme hakkı saklı tutulmuştur.
Son bir hususun altını çizerek kavramsal açıklamalara burada son verelim. Tarihsel olarak uygulanma alanı açısından bir farklılık olsa da özerklik ile özyönetim anlamdaş kavramlar olarak kullanılabilmektedir. İşleyiş, mantık ve sonuçlar açısından her iki kavramın benzer uygulamaya işaret ediyor olmasının yanı sıra her iki kavramın da çok yakın etimolojik anlamlara sahip olması böyle bir kullanımı mümkün kılmaktadır. Kavramlar arasında bir ayrım çizgisinin nereye çekileceği güç olmakla birlikte özyönetim kavramının farklı bir uygulama alanına işaret ediyor olması her iki kavram arasındaki farkı anlamamıza yardımcı olabilir. Sosyolog K. Cangızbay, özyönetimin, “bir işletmenin orada çalışanlarının tümü veya işçiler tarafından demokratik yönetimi” olarak tanımlandığını söylüyor (K. Cangızbay 2003: 155). Cangızbay, özyönetim kavramının bu şekilde tanımlanmasının kavrama alansal ve nicel bir sınırlama getirdiği itirazından[3] hareketle kavramın sadece bir ekonomik üretim sistemi içinde değil ulusal düzeyde bir sistem hatta uluslar federasyonu ya da konfederasyonu biçiminde ele alınması gerektiğini söylemektedir (age. S. 155). Dolayısıyla Cangızbay özerklik ve özyönetim kavramlarını aynı anlama gelecek şekilde kullanılabileceğini ifade etmiş olmaktadır.
II. İdari-Hukuki Özerklik Biçimleri
Özerkliğin hukukî-idarî mevcut uygulamaları göz önüne alınarak üç özerklik biçimi arasında bir ayrım yapılmaktadır (Benedikter, Thomas, age.).
A) Teritoryal Özerklik: Genel olarak teritoryal özerklikten anlaşılan, bir bölgenin sadece yerel birimlerinin idaresi değil, aynı zamanda yerel olarak seçilmiş ve yasa koyucu yetkiye sahip bir yasamanın ve bunun yanı sıra bir de yürütmenin bulunduğu bölgelerdir. Teritoryal özerkliğin hedefi, belirli bir bölgede çoğunluk olan bir azınlık grubunun kendi bireysel ve grup kimliğini rahatça ifade edebilmesi için gerekli araçların seferber edilmesidir. Teritoryal özerklik, teritoryal özerk birimin özel bir statüsü olup burada yaşayan nüfusa, kendi işlerini özerk bir yasa koyucu, hükümet ve de hâkimler savcılar aracılığıyla kendi başlarına düzenleme yetkisi tanınır. Burada bir bağımsız egemenlik iddiası söz konusu değildir. Teritoryal özerklikte, burada yaşayan azınlık grubun kültürel kimliklerinin yaşatılması için gerekli temel yetkiler verilmiş olmalıdır. Bunlar örneğin, temel eğitim, üniversite eğitimi, radyo televizyon, bölgesel, kültürel sembol ve işaretlerin kullanımı, olası bir çift vatandaşlık tartışmasında söz söyleme hakkı. Bunlara ek olarak teritoryal özerk yönetimler, kaynakların kullanımı ve kontrolünde, enerji üretiminde, çevrenin korunmasında, banka ve finans kurumlarının kontrolünde ve kendi güvenlik güçlerinin oluşturulması ve kontrolünde yetkili olmalıdır. Bu kıstaslara en yakın bir teritoryal özerkliğin Finlandiya’nın Aland adalarında[4] uygulanmakta olduğunu söyleyebiliriz. Özerkliğin bir süreç olduğu göz önünde bulundurulursa teritoryal özerkliğin uzun sürece yayılan politik mücadeleyle elde edilen bir sonuç olduğu söylenebilir. İtalya’daki Güney Tirol[5] bunun için iyi örneklerden bir tanesidir.
B) Kültürel veya Kişisel Özerklik: Bu özerklik biçimi, etnik, dilsel ya da dinsel bir grubun üyelerinin bireysel olarak dâhil olduğu bir derneğe, kuruma ya da bu grubu temsil eden bir kişiye tanınan özerkliktir. Bu gerçek ya da tüzel kişi olabilir. Bu sayede birey(ler) özel bir statüye sahip hukukî özne olabilmektedir. Bu özerklik modeli, belirli bir bölgede yoğun olarak yaşamayan, tersine değişik bölgelere dağınık şekilde yaşayan bir azınlığa kendi üye oldukları kurumları aracılığıyla yasa teklifinde bulunmayı olanaklı kılmaktadır. Bu özerklik modelinde, grubun kendisine ilişkin meselelerde karar yetkisi bir bölge hükümetine değil, kurumlara ve belirli ölçüde de bu kurumlara üye gerçek kişilere devredilir. Bu kurumlar, uygun kamusal ve hukukî yapılardır. Kültürel özerklik, özellikle azınlık gruplarının toplu halde belirli bir bölgede yaşamadığı, hangi nedenle olursa olsun teritoryal özerklik talep etmediği ya da başka bir ulus devlete bağlanmak istemediği durumlarda bu grupların haklarının korunmasında etkilidir, çünkü bu model insanları iletişimde tutan ve birbirine bağlayan önemli bir araçtır. Bu uygulamada önemli olan, özerklik yetkilerini elde etmiş kurumların yeteri derecede demokratik temsil gücüne sahip olmasıdır. Kültürel özerklik, azınlıklara ya da yerli halka kendileriyle ilgili işlerin kontrolü ve grubun kendini belirleme hususunda hareket etme olanağı sunan düşünceye dayanmaktadır. Bu modele örnek olarak sıkça gayri Müslimlere özerklik tanıyan Osmanlı’daki Millet sistemi verilmektedir. Daha yakın bir dönemde 1910 yılında Almanlar, Yahudiler, Romenler, Polonyalılar ve Ukraynalıların batılı kolu olarak bilinen Ruthenian’lar arasında Bukovina’da başarıyla uygulanmıştır. İki dünya savaşı arası dönemde Litvanya’da yaşayan Yahudiler, 1920 yılında çıkarılan bir yasayla kültürel özerklik elde ederek kendilerini yönetebilmişlerdir. Ayrıca günümüzde Bosna ve Kafkaslarda kültürel özerklik modeline yakın uygulamaların olduğundan söz edilmekle birlikte, ancak bunun bugün çok tercih edilen bir uygulama olmadığı söylenmektedir[6].
C) Yerel Özerklik: Yerel özerklik bir bölgede yaşayan halkın, yasada belirlenmiş yetki alanları içinde buradaki topluluğun ilgi ve çıkarlarını gözetme olanağını ve idaresini elde etmesidir. Yerel özerkliğin uygulandığı ülkelerden örneğin Macaristan’ın 1949 tarihli Anayasasında yerel özerklik şöyle tanımlanmaktadır: Seçim hakkı bulunan vatandaşları ilgilendiren kamusal işlerin demokratik ve bağımsız bir şekilde çözülmesidir ve de ayrıca yerel devlet iktidarının nüfusun çıkarları adına uygulanmasıdır[7]. Yine benzer biçimde 1993 yılında kabul edilen Rusya Federasyonu Anayasasında yerel özerklik, yerel öneme sahip meselelerin burada yaşayanlar tarafından belirlenip kararlaştırılması, kamusal mülkiyetin sahiplenilmesi ve kullanılması şeklinde tanımlanmaktadır[8]. Her iki örnekte de bir bölgede yaşayan etnik, ulusal, kültürel bir azınlığın korunması gibi bir neden ya da amaç söz konusu edilmemektedir. Yerel özerk yönetim bölgesinde yerleşik olan bir nüfus söz konusu olup bu bölge, yasaların belirlediği yetkileri, demokratik yolla, yani seçimlerle iş başına gelen temsilciler yoluyla kullanmaktadır. Yerel bölgeye tanınmış olan yetkiler değişiklik gösterebilmektedir ancak Rusya ve Macaristan örneklerine bakarak anayasayla çelişmeyecek şu yetkileri kullanma hakkının verilmiş olduğunu görüyoruz: yerel bölgenin bayrak, sembol ve amblemlerini kullanmak, yerel vergilerin çeşidi ve oranını belirlemek, ulusal ya da uluslar arası yerel özerk bölgelerle iş birliği yapmak ve özerklik örgütlerine üye olabilmek, yerel yönetim organının yapısını bağımsız belirlemek, yerel yönetim bölge sınırlarının yeniden belirlenmesini talep etmek vb... Teritoryal ve kültürel özerklik uygulamalarından farklı olarak yerel özerklik uygulamasında yasama, yürütme ve yargı gücünün devri söz konusu değildir. Burada sadece, yerel özerk bölge içinde yaşayan nüfusun belli bazı konularda katılım ve söz hakkı yollarının genişletilmesi söz konusu olup bölgeye ilişkin konu ve sorunların tespit edilmesi, çözülmesi süreçlerinde demokratik yollardan seçilmiş temsilci kurumun (belediye, belediye başkanı, belediye meclis komisyonu vb…) bağımsız hareket edebilmesidir. Yerel özerk yönetimin görevleri, yetkileri, aldığı kararlar merkezi yönetimce anayasaya ve yasalara uygunluk denetimine tabidir.
III. Hukukî-İdarî Özerklik Uygulamalarının Öğrettikleri
Yukarıda sıralanan özerklik biçimlerinden özellikle teritoryal özerklik bugün Avrupa’nın pek çok bölgesinde uygulanmaktadır. Bir çırpıda akla gelen örnekler arasında; Finlandiya’da Aland Adaları, Danimarka’da Faroe Adaları ve Grönland, İspanya’da Bask bölgesi, Büyük Britanya’da İskoçya, Wales, İrlanda, İtalya’da Güney Tirol, Moldovya’da Gagavuz Türk bölgesi, Rusya Federasyonu’nda Tataristan, Ukrayna’da Kırım bölgeleri sayılabilir.
Bu özerklik deneyimlerinde karşılaşılan ilk temel zorluk, merkezi devletin elinde bulundurduğu güçlerden hangisini özerk bölgeye devredeceği meselesidir. Yetkilerin devrini belirleyecek olan kriter ve güçler nelerdir? Çünkü (ulus) devletlerin, böyle bir süreçte elindeki yetkileri devretmeye istekli olmadığı açıktır. Bu devletin ‘doğası’ gereği böyledir. Uygulanan örneklerin pek çoğunda güç yetkisinin özerk bölgeye en başında tanınmadığını, bu yetkilerin uzun süre devam eden bir süreç sonunda elde edildiğini göstermektedir. Ancak bu her zaman böyle sonuçlanmayabilir. Teritoryal özerklik isteyen bölgeye yerel özerklik statüsü verilmemesi biçiminde de sonuçlanabilir. Sonucun tayininde genellikle özerklik isteyen bölgenin siyasî iradesi ve uluslar arası güç dengesi etkili olmaktadır. Bir süreç olarak düşünülmesi gerekli olan özerklik meselesi en nihaî halini mevcut özerklik yasalarının yeniden gözden geçirilmesi, tartışılması, yenilenmesi ve özerklik statüsünün genişletilmesiyle alır. Dolayısıyla teritoryal özerkliğin en nihai biçiminde devletler elinde bulundurduğu egemenlik gücünü belirli bir bölgede yaşayan halkla paylaşmış olacaktır. Her ne kadar merkezi devletler bu sonuçla kendi teritoryal sınırları içinde bulunan bir bölge ve bu bölgede yaşayan halk üzerindeki egemenliğini kaybediyor gibi görünse de bu, devletin devlet olma vasfını yıpratan, ortadan kaldıran bir sonuç yaratmamaktadır. Çünkü merkezi devlet, egemen ve bağımsız olması sayesinde hala uluslar arası hukukun öznesi olma vasfını korumakta ve bir bütün olarak nüfusu/halkı ve ülkeyi ilgilendiren konularda yasa çıkarma, bu yasaları uygulama ve yargılama gücünü kullanmaya devam etmektedir. Merkezi devletin bir bütün olarak toprak ve nüfus üzerindeki egemenliğini kullanmada aslında gücünden bir şey kaybetmediği dolayısıyla aktif olmaya devam ettiği bir durumda merkezi devlet ile özerk bölge arsında gerilim yaratacak güç ilişkilerinin nasıl ve hangi araçlarla bertaraf edileceği uygulamada ortaya çıkan başka bir zorluğa işaret etmektedir. Bu sorunu çözebilecek nihai araçların olmaması nedeniyle özerklik, merkezi devlet ile özerk yönetim arasında sürekli güç ilişkilerinin sınırı, yetkilerin sınırlarının aşılıp aşılmadığı, görev alanlarının genişleyip daralması gibi bir takım sorunların yaşandığı bir gerilimi bünyesinde taşımaktadır. Bu gerilim, ister ‘özerklik statüsü’ isterse ‘özel statü’ şeklinde olsun elde edilmiş kimi durumlarda ulusal parlamentoların çıkaracakları bir yasayla bu statüyü ortadan kaldırılmasıyla dahi sonuçlanabilir. Gerçi uluslar arası anlaşmalar gereği –kendi kaderini tayin hakkı ilkesi doğrultusunda- devletler, elde edilmiş böyle bir statüyü çok kolay geri alamıyorlar. Böyle bir potansiyel ‘tehlikenin’ engellenmesi ancak özerklik statüsünün sadece anayasalarca tanınmasıyla değil, güvence altına alınmasıyla mümkün[9]. Bu da özerkliği tanıyacak ve güvence altına alacak olan ülkelerde –örneğin Türkiye gibi- yeni bir anayasa yapımının veya anayasa değişikliğinin gerekliliğini ve oldukça çok detayı göz önünde bulundurmayı gerektiren bir süreç olduğunu göstermektedir.
İkinci bir temel problem alanını temsil meselesi oluşturmaktadır. Özerk bölge vatandaşları kendi seçtikleri temsilciler yoluyla temsil edilirken aynı bölgenin ulusal düzeyde temsili nasıl sağlanacak ve özerk bölge temsilcilerinin uluslar arası anlaşmalarda söz hakkı olacak mı? Mevcut uygulamalarda özerk bölge vatandaşları ulusal parlamentolarda temsil hakkına sahip olmakla birlikte bunun şekli ülkeden ülkeye değişiyor. Örneğin, Portekiz’in Azoren ve Madeira adaları ulusal parlamentoda üç temsilciyle temsil edilebiliyorken, bu Güney Tirol için İtalya ulusal parlamentosunda bölge başkanının sadece oturumlara katılımı şeklinde gerçekleşiyor. Uluslar arası düzeyde ise, örneğin Belçika’nın özerk Alman bölgesi, dış politika alanında anlaşmalar yapma ve uluslar arası işbirliği yapmaya karar verebiliyor. Yine benzer biçimde Portekiz’in Azoren ve Medaire ‘özerk statülü’ adaları, bölgeyi ilgilendiren konularda uluslar arası görüşmelere katılma hakkına sahipken Aland, Grönland ve Faroe adaları uluslar arası kurumlarda delege bulundurma hakkına sahip.
Özerklik uygulamalarında görülen başka bir temel sorun özerk bölgenin görev alanlarının tespit edilmesine ilişkindir: örneğin yer altı kaynaklarının kullanımı, telekomunikasyonun denetimi, vergi tür ve oranlarının belirlenmesi, kamu düzenini sağlayacak bölgesel bir gücün olup olmaması, eğitimin milli mi yerel mi olacağı, özerk bölgenin eğitim-öğrenim müfredatını, içeriğini belirleyip belirleyemeyeceği, sınır ve gümrük kontrolünün kimde olacağı gibi sorular görev alanlarının belirlenmesinde görülen sorunlu alanlara işaret etmektedir. Doğal olarak özerk bir bölge, yukarıda sayılan konuların kendi görev alanında olmasını talep edecektir. Bölgede yaşayan nüfusun ekonomik refahını sağlamakla görevli özerk yönetimin bunu başarabilmesi gerekli kaynakların kullanımında bağımsız karar verebilmesine, bunları bağımsız kullanabilmesine bağlıdır. Ancak özerk bölge toprakları aynı zamanda merkezi devletin ulusal toprakları da olduğuna göre bu toprakların kullanımından elde edilecek gelirden hangi oranda bir dilimi merkezle paylaşılacaktır. Yine benzer biçimde özerk bölgede bulunan orman, deniz, göl ve nehirlerin kullanımından elde edilen gelirin hangi oranda paylaşılacağı üzerinde uzlaşı sağlanması zor olan alanlardır.
Son olarak dikkat çekmek gereken başka bir mesele vatandaşlık konusudur: Burada ilk gerilim alanı olarak bölgede bir ‘bölgesel vatandaşlık’ veya ‘çifte vatandaşlık’ uygulamasına başvurulup başvurulmayacağı önümüzde durmaktadır. Bu, bölge halkının böyle bir isteği olması durumunda karşılaşılabilecek, kolay çözümü olmayan bir meseledir. Örneğin, Kırım, Aland, Faroe Adaları, Grönland, Güney Tirol ve Gagavuz Türkleri bölgesinde bölgesel vatandaşlık uygulanmaktadır. İkinci olarak böyle bir uygulama söz konusu olduğunda, örneğin vatandaşlık verme, çalışma ve oturum izini düzenleme, göç ve ilticayı düzenleme görevinde merkezi hükümetin mi yoksa özerk yönetimin mi yetkili olacağıdır. Örneğin Aland Adaları özerk yönetimi, adada en az beş yıl yaşayan ve İsveççe bilen ‘yabancılara’ vatandaşlık hakkı tanımaktadır. İsveççe bilmeyenin, ne taşınmaz mülk edinebilmesine ne de ticaretle uğraşmasına izin verilmiyor. Ebeveynlerden en az birinin Aland vatandaşı olması şartıyla vatandaşlık hakkı doğumla kazanılmaktadır. Beş yıldan fazla süre boyunca Aland toprakları dışında yaşayan bu hakkını yitiriyor.
Sonuç
İster hukuki-idari ister siyasi-felsefi anlamda olsun özerklik geniş menzile sahip bir konu olup bu anlamda ele alınmayı, tartışılmayı ve üzerinde düşünmeyi gerektirmektedir. Biz burada özerkliğin Avrupa’da uygulanan örneklerinden hareketle hukuki-idari boyutunu ve kavramın anlamını ele almaya çalıştık. Görünen o ki, mevcut kapitalist ve ulus devlet sistemi dahilinde olsa bile azınlık haklarının güvence altına alınması olarak özerklik mevcut politik üst yapıya önemli bir meydan okumadır. Öte yandan özerklik uygulamalarında önemli pek çok sorun yüklü alanların bulunduğu ve dolayısıyla gerçekleştirilmesinin çok kolay ve sorunsuz olmadığı ortadadır. Bu da Kürt meselesinin hukuki-idari bir özerklik yöntemiyle çözümü durumunda –ki gidişat bu yönde gözüküyor- daha şimdiden bu boyutun tartışılmasının gerekli olduğunu göstermektedir. Öyle ki, bugün genel olarak özerklikten özel olarak ise demokratik özerklikten anlaşılan bir belirsizliktir.
Bu nedenle Kürt siyasal hareketinin ortaya attığı ve eleştiriyi, tamamlanmayı, sahiplenilmeyi bekleyen Demokratik Özerklik düşüncesinin Türkiye’de sadece ‘özerkliğin’ siyasi bir tartışmanın konusu olması adına önemli bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Bu fırsatın Türkiye’de siyasetle ilgili düşünür, yazar, akademisyen ve entelektüeller tarafından kaçırılmaması gerekmektedir. Öyle ki bu fırsat bir yandan hem mevcut Kürt Meselesinin çözümünü bünyesinde taşımakta hem de devletin ve iktidarın ele geçirilmesi amacına dönük sol tandanslı politik hareketlerce belirlenen politikanın yeniden belirlenmesine, tanımlanmasına olanak sunmaktadır. Diğer yandan bir halk devrimi neticesinde değil de ta en başından itibaren yukarıdan, askeri bürokratik güçlerce ‘darbe niteliğinde’ kurulmuş olan Türkiye toplumunun militarist, merkeziyetçi, katı bürokratik devlet yapısının demokratik, katılımcı, çoğulcu ve tabandan örgütlü bir gelişmeye doğru dönüştürülmesi potansiyeline sahip olması bakımdan Demokratik özerkliği tartışmak önemli bir fırsattır. Kürt siyasal aktörlerinin de söylediği gibi bu özerklik siyaseti, sadece ve sadece Kürt Meselesinin çözümünü merkezine koyan bir düşünce değil, böyle de görülmemelidir, tersine Türkiye’nin ezilenden, dışlanandan, sömürülenden yana sorunlarının çözümüne ilişkin bir Türkiye modelidir. Siyaseti iktidar odaklı değil de toplum odaklı kuruyor olması bakımından genel olarak özerklik ve özel olarak ise Demokratik Özerklik Türkiye’de yeni bir siyaset yapma rejimi olarak bütün Türkiye’yi ilgilendiren bir düşüncedir. Elbette söz konusu olan tüm siyasal yapılardan, aktörlerden bu düşünceye sahip çıkmaları gibi bir beklenti değildir. Sahiplenmesi gerekenler daha çok mevcut durumdan hoşnut olmayan ve bunu değiştirmeyi amaç olarak gören siyasi yapılardır.
Kaynakça
1) Kadir Cangızbay, Sosyalizm ve Özyönetim, Ütopya Yay. 2003, Ankara.
2) Thomas Benedikter, Autonomien in Europa: www.gfbv.it/3dossier/eu-min/autonomy-de.html
3) Murray Bookchin, Ekolojik Bir Topluma Doğru, Ayrıntı Yay., İstanbul.
4) Yves Plasseraud, Die vergessene Geschichte der personalen Autonomie. Le Mond Diplomatique’den Almanca’ya çeviren Andrea Marenzeller. www.trend.infopartisan.net/trd0600/t190600.html
5) Susanne Erikson, Linnéa Johanson (ed), Ana Hatlarıyla Aland (Aland im Überblick), 2008
Yararlanılan İnternet Siteleri
1) www.aland.ax/alandinbrief/index.pbs
2) www.provinz.bz.it/land
3) www.birgun.net/politics_index.php?news_code=1287649530&year=2010&month=10&day=21
[1] Ne ilginçtir ki, bu satırları yazarken Birgün gazetesinde ‘ÖDP’nin Kürt Sorununda Çözüm Önerileri’ toplantısına ilişkin haberi okuyorum. Sosyalistler, Demokratik Özerklik projesinin tartışılması gerektiğini, önemsenmesi gerektiğini belirterek bunun “80 öncesi sosyalist solun ‘söz, yetki, karar halka’ sloganında karşılığını bulan bir proje” olduğu dile getiriliyor. Toplantı katılımcılarının ifadelerinde, sosyalistlerin Demokratik Özerklik önerisine şimdiye kadar yeterli alâkayı gösteremediklerini, konunun tartışılmasını Kürtlere bıraktıklarını ima eden cümlelere rastlıyorum. www.birgun.net/politics_index.php?news_code=1287649530&year=2010&month=10&day=21
[2]Oysaki 1994 yılında, henüz Kürt siyasal hareketini ayrılma, bağımsız Kürt Devleti kurma siyasetinin belirlediği yıllarda çıkan anarşit Apolitika dergisinin 2. Sayısında Kürt meselesinin çözümü olarak “Devletsiz federal Kantonlar” düşüncesi tartışılmaktadır (Bert Alan, Kürt Ulusal Sorununda Çözüm: Devletsiz Federal Kantonlar, Apolitika, Sayı:2, S.3-8, 1994)
[3] Benzer bir itirazı, özyönetimin ‘işçi denetimi’, ‘endüstriyel demokrasi’ ve ‘işçi katılımı’ olarak teknik ve ekonomik bir indirgemeciliğe Murray Bookchin dikkat çekmektedir (M. Bookchin, Ekolojik Bir Topluma Doğru, S. 111)
[4] Aland Adalarındaki özerkliğin uygulanmasına ilişkin detaylı bilgi için bölgenin resmi internet sayfasına bakılabilir: http://www.aland.ax/alandinbrief/index.pbs
[5] Güney Tirol özerklik uygulaması için şu internet sayfasına bakılabilir: www.provinz.bz.it/land
[6]Kültürel Özerklik alternatifinin günümüzde pek değer görmemesinin bir nedeni olarak Hukukçu Yves Plasseraud’un yorumu ilginçtir. Ona göre, bu neden oldukça basittir: bu modelin kökleri orta çağda olduğundan 1. Dünya savaşından sonra Sovyet Sosyalizminin her yerdeliği nedeniyle gözden düşmüştür ve ulusal azınlıklar meselesi batıda “insan hakları” kavramına indirgenip buna ilişkin tarihsel metinleri araştırma gereği duyulmamıştır (krş. http://www.trend.infopartisan.net/trd0600/t190600.html).
[8] http://www.constitution.ru/de/part8.htm
[9] Örneğin Korsika, Grönland ve Faroe adaları gibi özerk bölgelerin statüsü ulusal anayasalarda güvence altında değildir (Benedikter, T., age).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder