Qijika Reş Dergisi / Sayı:2
Fransız Devrimi sonrası oluşan yeni siyasal atmosferin izdüşümleri Fransa’nın sınırlarını aşıp zamanla tüm Avrupa’yı etkiler bir hale gelmiştir. Buna bir de 19.y.y’da Sanayi Devriminin yarattığı üretimde makineleşme hamlesi eklenince; Avrupa’da zaten taşların bir türlü yerine oturmamasından kaynaklı yaşanılan çekişmelere bu kez sömürgecilik yarışından kaynaklı yeni bir mücadele eklendi. Bu durum 20.y.y’ın ilk çeyreğinde Avrupalı devletleri “Dünya Savaşı”na iten en önemli etmen olmuştur. Savaş öncesi ve sonrası oluşan yeni dengeler üzerinden ise birçok halk, egemenliği altında olduğu imparatorluklara karşı ayaklanıp; siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik vb. alanlarda geleceğine sahip çıkarak kendi ulusal devletini kurmuştur. Bu süreçte özellikle Osmanlı, Balkanlarda aldığı ciddi yenilgiler sonrasında Anadolu’ya çekilmek zorunda kalmış ve birçok Balkan halkı Osmanlıdan ayrılarak kendi ulusal devletinin sahibi olmuştur. Osmanlı bu çözülmenin önüne geçebilmek amacıyla son bir çırpınışla başta Araplar olmak üzere diğer Müslüman halkları her ne kadar İslamcılık kisvesi altında bir arada tutmak istemiş ise de bu durum Araplar şahsında iflas etmiş bir proje olarak tarihteki yerini almıştır.
Bir taraftan balkanların elden çıkması diğer taraftan Arapların kesin olarak gideceğinin sezilmesinin de yarattığı travma ile Osmanlı Anadolu’da, kendisine daha sağlam bir yer edinmenin çarelerini düşünmeye başlarken bu toprakların en kadim halklarından biri olan Ermenilere çok acımasız bir şekilde yöneldi ve gerçekleştirdiği “soykırım” ya da resmi söylemle “tehcir” sonrası Ermenileri Anadolu’da etkisiz hale getirdi.
Ermenilerin yaşadığı bu trajedi aslında Anadolu’da olası bir “Türk Ulus Devleti”nin de önünü açmıştır. Çünkü geriye büyük kitle olarak Kürtler kalıyordu ve Kürtlerde pek ala Müslümanlık üzerinden Türk kimliğine eklemlenebilinirdi. Nitekim “kurtuluş savaşı” sonrası yaşanılan gelişmeler neticesinde Osmanlı tarihten silinirken onun yerini ulusal karakterde yeni bir devlet alacaktır. Bu yeni devletin adı Türkiye Cumhuriyetidir. Kalkınmacı ve Türklük üzerinden bir ulus inşası paradigmasının hâkim olduğu bu yeni devlet; toplumsal ve siyasal süreçleri çözümleme esası üzerinden şekillenmekten ziyade programatik kimi yerde doğmatik ve bir konsensüsten ziyade konsepsiyonel bir karakter arz etmiştir. Bu algı hali ise devlette demokratik nefes alma kanallarının açılmasının önünü tıkadığı gibi baskıcı ve zorba bir karakterin gelişmesinin yolunu açmıştır. Sosyal dokuyu anlamaktan uzak bir program ve konsept üzerinden temellenmede ısrar eden yeni Türk devletinin bu çerçevede Kürtlere reva gördüğü ise asimilasyon olmuştur. İşte bu anlayış Cumhuriyet ile yaşıt ve adı “Kürt Sorunu” olan bir sorunun döl yatağı olmuştur.
Asimilasyon:
Fransız İhtilali ile birlikte gündemleşen “milliyetçilik”, her ne kadar birçok halkın esaretten kurtuluşuna öncülük eden temel dinamik olmakla birlikte aslında, kendi içerisinde paradoksal bir şekilde birçok halk için yeni esaretlerin başlangıcı anlamına da gelir. Zira ulus devletlerin sınırlarını belirleyen milliyetçilik aynı zamanda toplumsal kozmopolitanlığı küçümseyen ve yok sayan bir karaktere sahiptir. Temel çıkış noktasını tekçilikten alır ve diğer bütün farklılıkları yadsıyıcı bir karakteri vardır. Türk ulus devleti bu anlamda önemli bir laboratuardır. Elbette bu laboratuar içerisinde incelenmeye değer en önemli unsurlardan biride kusurlu bir vatandaşlık bağı ile bu devlete bağlanmaya çalışılan Kürtlerdir. Gayrimüslim unsurların etkisiz hale getirilmesi sonrasında Kürtler için düşünülen projenin uygulanmasına geçilmesi çerçevesinde sistematik bir asimilasyon politikası yürürlüğe girmiştir. Bir taraftan militarizm ekseninde toplumda gerici ve irrasyonel güçler beslenip otoritenin gücü çerçevesinde tüm muhalif dinamikler teslim alınırken diğer taraftan yine aynı kapsamda Kürtlerin kimliklerinden vazgeçip teslim alınması dayatılmıştır. Bu politikaya direnen Kürtlerin başı her seferinde acımasız bir şekilde ezilmiş olmakla birlikte son direnişin asimilasyon politikalarının iflasına neden olması ve Kürtlerin bu politika ekseninde Türk kimliğine bağlanmanın imkânlarını ortadan kaldırması bakımından bir işlevselliği olduğu kanısındayım. İşte bu temelde iflas etmiş olan devlet politikası yeni bir çıkış olarak Kürtlere bu kez, Türk kimliğine eklemlenmenin aracı olarak entegrasyonu dayatmaktadır. Deyim yerindeyse bu, ölümü gösterip sıtmaya razı etme stratejisidir.
Entegrasyon:
Entegrasyon, özellikle II. Dünya savaşı sonrası Avrupa’nın gündemini meşgul eden bir meseledir. Savaşın yıkıntıları sonrasında Avrupa’nın yeniden yapılandırılması çerçevesinde eski sömürge sahaları olan üçüncü dünyadan gelen göçlerin etkisiyle Avrupa nüfusu daha heterojen bir karakter kazanmaya başladı. Nüfusun bu yeni karakteri içerisinde yerli ve yabancılar arasında bir uyum probleminin olması kaçınılmazdı. İşte Avrupa’daki entegrasyon politikaları söz konusu uyum problemlerini aşmak ve bir iç içe geçişlilik yaratmak amacıyla ortaya çıkmıştır. Türkiye’ye gelince; entegrasyon politikaları aslında son on yıldır Türkiye’nin gündemini meşgul eden bir mesele olma özelliğindedir. Burada dikkatten kaçmaması gereken temel detay şudur, düşünülen entegrasyon Kürtlerin kendi kimlikleri üzerinden tanınmasını esas alan bir yaklaşım değil. Entegrasyon adı altında Kürtlere dayatılmak istenen tek millet ve tek dil formatını aşamayan 19. ve 20. y.y ulus algısının yeniden servis edilmesidir. Amaç asimilasyonla yapılamayanı yani Kürtlerin Türk kimliğine eklemlenmesini bu kez entegrasyon ile gerçekleştirebilme gayretidir. Pekiyi Kürtler bu oyunu yer mi? Görünen o ki, hayır. Neden hayır? Entegrasyon meselesini bazı bireysel haklar çerçevesinde ele aldığımızda her ne kadar asimilasyona nazaran tınısı daha hoş gelen bir enstrüman gibi durmasına rağmen Kürtlerin kulakları (duydukları tüm çığlıklara rağmen) son otuz yılda öyle hoş tınılar ve melodiler duydu ki, bu tını onlara kulak tırmalayıcı gelmektedir. Kaldı ki, Kürtlerin 1925’ten itibaren her türlü acıya göğüs germelerinin temel motive edici gücü bir başka kimliğe eklemlenmeyi kabul etmemelerinde yatıyor ve bu anlamda çokta inatçı bir duruşa sahipler. Birkaç “lokal soykırım”dan geçmelerine rağmen de bu inatçılıkları devam edecek gibi.
Evet! Türkler ya da Türk Devleti 80 küsur yıldır Kürtlere sadece Türk kimliğine eklemlenmeyi dayattı ve Kürtlerde her seferinde buna karşı bir direnç gösterdi. Ama buna rağmen devlet bu yaklaşımından vazgeçmiş değil. Yani problem birazda Kürtlerin devlete farklı bir adım attıramaması. Yazının bundan sonrasında ifade etmek isteyeceğim temel nokta Kürtlerin Türk Devletinin algısını değiştirip dönüştürebilme adına sunabileceği perspektifler ve bu perspektiflerin başarıya ulaşabilmesi için ne ya da neler yapabilecekleriyle ilgili olacak. Biraz psikanalizinde verilerinden faydalanarak söz konusu “ne” ya da “neler” yapılabileceği sorularına cevap bulmaya çalışacağım.
Sömürge ve Sömürgeci…
Kürdistan’ın bir sömürge olduğu hiçbir siyaset bilimcinin ya da sosyal bilimcinin karşı çıkmayacağı bir gerçekliktir. Bu ön kabul üzerinden baktığımızda karşımıza yeni bir gerçeklik çıkar bu da; bütün sömürge coğrafyalarındaki sömürgecilerin hem o yerdeki toplumsal yapıyı sindirmeye çalıştığı hem de insanlıktan çıkarmayı amaçladığıdır. Onları bütün kültürel ve kimliksel yönleriyle ya yok etmek ister ya da kendisine benzetmeye çalışır ve çoğu zaman bir “terbiye” etme aracı olarak kırbacını yanından ayırmaz. Bu işe yarayan bir uygulamadan ziyade zamanla rutin bir davranış şekline dönüşür sömürgecinin pratiklerinde. Zira unuttuğu bir şey vardır; nasıl ki, birey dediğimiz olgu başkasının kendisinde yarattıklarını olumsuzlayarak ve kökten bir biçimde reddederek kendisi olabilmenin refleksini ortaya koyuyorsa bu durum toplumsal gruplar içinde böyledir. Onlarda biçim verilmeye karşı bir karşı duruş refleksi gösterirler daima. Kürtler ve Türkler arasında yaşanılan kısır döngü tam da böyle bir şeydir.
Sömürgeleştirme özünde bir halden başka bir hale sokmayı temsil eder ve tersinden okuduğumuzda sömürgeciden kurtulmakta bir halden başka bir hale geçme kavgasını temsil eder. Meseleye Kürtler ve Türk devleti üzerinden baktığımızda hangisi başarılı olmuştur sorusuna vereceğimiz cevap, hiçbiridir. Çünkü ne devlet Kürtleri bir halden başka bir hale soktu ne de Kürtler bir halden başka bir hale geçme noktasında istediklerini alabildi. Fanon “sömürgelikten kurtulma bir düzen bozma işidir” der. Kürtlerin bu anlamda yaptığı şey tamda bir düzen bozma girişimidir. Düzenin yapmaya çalıştığı şey ise bu açmaz üzerinden kendisini sömürgesinin üzerinde yeniden üretebilmenin arayışıdır. Kürtler bir dönem itibariyle bu kısır döngünün dışına çıkabilmenin şiddet yoluyla mümkün olabileceğini düşündüler ve amansız bir savaş içerisine evrildiler. Gelinen noktada ise bu şiddetin yeni bir açmaz yarattığı kanaatini taşıyorlar. Ama her halükarda kurtuluş çareleri üzerinde kafa yormaktan vazgeçmediler ve vazgeçecek gibi de görünmüyorlar.
“Ahlak, Adalet, Devlet ve Kürtler”
Çağımızın en önemli kişilik kuramı olan "Pisikanaliz”in temelini oluşturan Freud, iki şeye işaret eder; cinsellik ve saldırganlık. Saldırganlık, köklerinin ulaştığı ilke itibariyle cinsellikten daha esrarlı ve bir o kadar da daha derin bir güdüdür. Bu güdünün karmaşık yapısı içerisinde birey davranışlarına anlam verebilmek, onu çözümlemek önemli bir çıkış noktasını temsil eder. Ama buradaki amacım bu kuramın bir argümanı üzerinden birey davranışlarını anlamadan ziyade, bu argümanın; ahlak, adalet ve devlet üçlemesindeki fonksiyonel yönlerinin Kürtlerin Türk kimliğine eklemlenme çabalarında oynadığı role dikkat çekmektir.
Toplumu yöneten, kurallar ve yasalar yapma otoritesine sahip olan devlet olgusu güvenlik ve savunma adı altında saldırganlığı meşrulaştıran en önemli aygıttır. Saldırganlığın devletler nezdinde itibar görmesinin en önemli bilinçaltı sebeplerinden biri, dışa yönelmediği ya da bu yönelimin kısıtlanması halinde kendisine zarar vereceği düşüncesidir. Çünkü ona göre yarattığı konseptin dışındaki her çatlak ses tehdittir ve daha çatlak ses ortada yokken çıkması durumunda yapacaklarını önceden göstermesinin bazı provalarını sergilemesi gerek. Bu algı hali birazda kendinde yaşadığı içsel güvensizlikle de alakalıdır. Çünkü kendisi dahi aslında kendisinin meşru olmadığının farkındadır. Dolayısıyla bu algı hali bir ön tedbir olarak kendisini saldırganlık olarak göstermektedir. Yani bilinçaltından bilincine yükselen saldırganlığın kontrol edilmesi halinde, dışarıdan kendisine yönelik tehdit ve saldırı olacağı paranoyasının şekillendirdiği "ben buna saldırmamakla aslında kendi kendime saldırıyorum" hastalıklı halinin buluştuğu düzlem. Pekiyi bu düzlemin adalete ve ahlaka yansıyış biçimi nasıl olmaktadır?
Adalet ve ahlak açısından, saldırganlığın adalet dışı ve ahlak dışı olduğunu öncelikle belirtmem gerekiyor. Devletin ideolojik yapısına baktığımızda, bu durumun dışlanan grubun yani ötekinin kusurlu vatandaşlığına bağlı bir mesele olduğunu görürüz. Bu yaklaşım hem hukuki eşitlik(adalet) kapsamında hem de ahlaki kapsamda önemli bir sorunsaldır. Kendisini var etme stratejisini kendisinin dışındakini yok sayma ve yok etme stratejisine dayandıran Türkiye gibi ideolojik perspektifli baskıcı devletlerde adaletin ve ahlakın saldırganlığın meşrulaştırıcı öğeleri olması kaçınılmazdır. Tam da bu anlamda Kürtlerin yaşadığı durum bir trajedidir. Kusurlu bir vatandaşlık anlayışıyla bu ülkeye bağlanan Kürtler devlet, adalet ve ahlak üçlemesi içerisinde hem devlet açısından, hem adalet açısından hem de ahlak açısından saldırganlığın sistematikleştirildiği bir yerdedirler. Adeta en adaletli söylem, en ahlaki söylem, en "vatansever" söylem Kürtlerin irade olma hallerini yok saymakla şekillenen söylemler olmuştur. Özünde bir halka yönelik saldırganlığın ifadesi anlamını taşıyan bu durum ahlak ve adalet olgularıyla yüceleştirilebiliniyor. Elbette burada bu saldırganlığı ahlak ve adalet üzerinden yüceleştiren kurum devlettir ve aslında bu anlayış kurumsal düzlemde devlet anlayışının bütün hücrelerine işlemiştir. Devletteki bu anlayışın sebebi ise kendisini saldırganlık üzerinden süreklileştirebilme gayretidir. Bu tabi beraberinde hukukun rafa kaldırılması sonucunu da doğuran bir durumdur. Giorgio Agamben bu durumu “istisna hali” olarak ifade eder. Kürdistan coğrafyası cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bu “istisna hali” çerçevesinde sürekli bir şekilde “o hal”in pençesinde kıvranıp durmuştur. Bir modernleşme projesi olarak 1923’te sahneye çıkan ve “bildiğimiz dünya sistemi” ne eklemlenmeyi kendisine temel kalkış parametresi olarak gören Türkiye, egemenliğin karşılıklılığı ilkesi çerçevesinde hem “modern müttefiklerine” ödün veren hem de benim egemenlik sahamda alt etmeye çalıştığım “virüslere” karşı verdiğim savaşta yanımda olun primini koparma gayretindedir. Çoğu zaman bu “virüslerin” temizlenmesinde kendisine yakışır saldırganlığı elden bırakmamaya özel bir gayret göstermiştir.
Toplumu yöneten, kurallar ve yasalar yapma otoritesine sahip olan devlet olgusu güvenlik ve savunma adı altında saldırganlığı meşrulaştıran en önemli aygıttır. Saldırganlığın devletler nezdinde itibar görmesinin en önemli bilinçaltı sebeplerinden biri, dışa yönelmediği ya da bu yönelimin kısıtlanması halinde kendisine zarar vereceği düşüncesidir. Çünkü ona göre yarattığı konseptin dışındaki her çatlak ses tehdittir ve daha çatlak ses ortada yokken çıkması durumunda yapacaklarını önceden göstermesinin bazı provalarını sergilemesi gerek. Bu algı hali birazda kendinde yaşadığı içsel güvensizlikle de alakalıdır. Çünkü kendisi dahi aslında kendisinin meşru olmadığının farkındadır. Dolayısıyla bu algı hali bir ön tedbir olarak kendisini saldırganlık olarak göstermektedir. Yani bilinçaltından bilincine yükselen saldırganlığın kontrol edilmesi halinde, dışarıdan kendisine yönelik tehdit ve saldırı olacağı paranoyasının şekillendirdiği "ben buna saldırmamakla aslında kendi kendime saldırıyorum" hastalıklı halinin buluştuğu düzlem. Pekiyi bu düzlemin adalete ve ahlaka yansıyış biçimi nasıl olmaktadır?
Adalet ve ahlak açısından, saldırganlığın adalet dışı ve ahlak dışı olduğunu öncelikle belirtmem gerekiyor. Devletin ideolojik yapısına baktığımızda, bu durumun dışlanan grubun yani ötekinin kusurlu vatandaşlığına bağlı bir mesele olduğunu görürüz. Bu yaklaşım hem hukuki eşitlik(adalet) kapsamında hem de ahlaki kapsamda önemli bir sorunsaldır. Kendisini var etme stratejisini kendisinin dışındakini yok sayma ve yok etme stratejisine dayandıran Türkiye gibi ideolojik perspektifli baskıcı devletlerde adaletin ve ahlakın saldırganlığın meşrulaştırıcı öğeleri olması kaçınılmazdır. Tam da bu anlamda Kürtlerin yaşadığı durum bir trajedidir. Kusurlu bir vatandaşlık anlayışıyla bu ülkeye bağlanan Kürtler devlet, adalet ve ahlak üçlemesi içerisinde hem devlet açısından, hem adalet açısından hem de ahlak açısından saldırganlığın sistematikleştirildiği bir yerdedirler. Adeta en adaletli söylem, en ahlaki söylem, en "vatansever" söylem Kürtlerin irade olma hallerini yok saymakla şekillenen söylemler olmuştur. Özünde bir halka yönelik saldırganlığın ifadesi anlamını taşıyan bu durum ahlak ve adalet olgularıyla yüceleştirilebiliniyor. Elbette burada bu saldırganlığı ahlak ve adalet üzerinden yüceleştiren kurum devlettir ve aslında bu anlayış kurumsal düzlemde devlet anlayışının bütün hücrelerine işlemiştir. Devletteki bu anlayışın sebebi ise kendisini saldırganlık üzerinden süreklileştirebilme gayretidir. Bu tabi beraberinde hukukun rafa kaldırılması sonucunu da doğuran bir durumdur. Giorgio Agamben bu durumu “istisna hali” olarak ifade eder. Kürdistan coğrafyası cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bu “istisna hali” çerçevesinde sürekli bir şekilde “o hal”in pençesinde kıvranıp durmuştur. Bir modernleşme projesi olarak 1923’te sahneye çıkan ve “bildiğimiz dünya sistemi” ne eklemlenmeyi kendisine temel kalkış parametresi olarak gören Türkiye, egemenliğin karşılıklılığı ilkesi çerçevesinde hem “modern müttefiklerine” ödün veren hem de benim egemenlik sahamda alt etmeye çalıştığım “virüslere” karşı verdiğim savaşta yanımda olun primini koparma gayretindedir. Çoğu zaman bu “virüslerin” temizlenmesinde kendisine yakışır saldırganlığı elden bırakmamaya özel bir gayret göstermiştir.
Bahsi geçen saldırganlığa karşı direnebilmek hiçte kolay değildir. Ona karşı doğrudan hiçbir şey yapamazsın; yaptığın vakit saldırganlığının azmasından başka ortaya hiçbir şey çıkaramazsın. Son otuz yıllık süreçte yaşananlar bize referans olma anlamında önemli gelişmelerdir. Kürtlerin bu süreçte 5000 dolayında köyü yakıldı, halktan binlercesi işkencelerden geçirildi ve binlercesi faili meçhul cinayetlere kurban gitti, milyonlarcası ise metropollere savruldu. En son bir başbakan kalkıp bütün bu olanlardan sonra (samimimiydi değil miydi bilinmez ama) “devlet yanlış yaptı” dedi. Gerçi devlet sonrasında yanlış yapmaya yine de devam etmekte ısrarcılığını sürdürdü ve sürdürüyor.
Anarşist retorik devletin yok edilmesi gerektiğine vurgu yapar. Her ne kadar bunu teorik gerekçelendirmeler ışığında doğru yere oturtuyorlarsa da “devlet henüz yok edilmeden nasıl katlanılır kılınabilinir?” sorusuna verebilecekleri cevapları tatmin edici olmaktan uzak. İşte burada devletin aslında rehabilite edilebilir bir aygıt olduğu kanaatini taşıyorum. Kürtler yaşadıkları devlette bunu yapabilir mi? Devlete karşı köklü yaraları olmasına rağmen yaralarını sağaltıp daha yaşanılır bir coğrafya yaratabilmek adına bunu başarabilirler mi? Doğrusu ben yapılabilecekleri kanaatindeyim. Ama denenmemiş yolları denemek gerekiyor. Kürdistan gibi sömürgeler açısından en büyük ahlak kendi varlık temellerine meydan okuyan efendilerini susturmak ve daha sonrasında onu başka bir dil konuşmaya mecbur bırakmaktır. Bu nasıl olacak? Yapılacak şeylerden biri, dolaylı olarak devletin her türlü saldırganlığına kaynaklık eden ve bu saldırganlığın bilinçdışında yansımasını bulan nedenlerini ortaya çıkarmak ve böylece bilinçli bir suçluluk duygusuna dönüşmesini sağlamaktır. Ya da devletin kendisini ürettiği mekanizmalara karşı kökten bir kopuş hareketi içerisine evrilmek ve böylece onu olan haliyle sahneden atmak… Bu da daha çok Kürtlerin devletle olan göbek bağlarını koparmalarıyla mümkün olabilecek bir şey. Ama bilinen bir şey var ki, denenmemiş yollar üzerinde daha çok kafa yorma gerekliliğidir. Ve belki bir gün ansızın tarihin karanlık kuyularından zamanımıza yansıyan ışık huzmeleri bu halkın kaderini değiştirecek göz alıcı bir aydınlığa dönüşür.
Başı RAHMET ortası MERHAMET sonu ise CEHENNEM'den AZAD olan Mübarek
YanıtlaSilRamazan ayının hayırlara vesile olmasını dilerim.
PAKIR GROUP
Yönetim kurul başkanı
Mehmet Pakır
0541 309 27 53