16 Ocak 2011 Pazar

Yalıtılmışlık, Özyönetim ve Doğrudan Demokrasi - Batur Özdinç

Qijika Reş Dergisi Sayı:1


Geçtiğimiz yıllarda Kürt coğrafyasına yaptığım birkaç yolculuğu anımsıyorum. Dağların arasından süzüle süzüle geçen yolları, yol izinin toprakla karıştığı patikaları. Orada zamanın Batı’daki gibi, kentlerdeki gibi hızlı, telaşlı, tempolu gitmediğini, işleyen tek döngünün yaşamın kendi dinginliği olduğunu fark etmiştim. Bizim gibi iş-okul-ev-eğlence mekânlarının sıkışmışlığına takılıp kalan, sürekli bir “yetişme” telaşından kendini alamayanlar için, o dağlar, o yollar, o küçük yerleşimler, o dil, o kültür, o modernizm-öncesilik “yabancı”dır; ya da tersinden orada asıl sen/ben “yabancı”sındır/yızdır. Bu yalıtılmışlık, kendine özgü bir işleyişe de sahiptir kuşkusuz. Yine de, bu işleyişin pirüpak, sorunsuz bir işleyiş olduğu yanılgısına kapılmamalı, bu modernizm-öncesi yaşamın da kendi çıkmazları olduğu unutulmamalı.

Bu “çıkmaz”lara burada değinecek değilim; kadın özgürlüğü, feodalizm, dinsel/geleneksel baskılar vb. pek çok sorun birkaç on yıldır o coğrafyada tartışıldı, tartışılıyor zaten. Benim üzerinde duracağım mesele, bu “yalıtılmışlığın” özgün bir özyönetim ve doğrudan demokrasi deneyimine alan yaratıp yaratamayacağı üzerine odaklanacak.

Her şeyden önce şunu hatırlatmak isterim; siyasal alana ve hatta yaşama dair kurgularımızın tümü genellemeler içerir. Bu genellemeleri yapmamız kaçınılmazdır belki, ama zihnin bir köşesinde her genellemenin tutarsızlıkları olabileceğini, her genellemenin ister istemez “gözden kaçanlar”ı, “kaybedenler”i olduğunu tutmamız gerekebilir. Buradaki genellemeler de bir coğrafyaya ilişkin ön-kabullerden hareket ediyor ister istemez, hemen her coğrafya gibi –ye/-ya veya -istan ekleriyle tanımlanmış bir coğrafyaya. Ama bu coğrafyada kentlerin de bulunduğunu, göçün, kapitalizmin, devletin, ordunun, okulun vb. bilumum modernist güçlerin istemli-istemsiz bu “yalıtılmışlığı” darmaduman etmeye çalıştığını da unutmamak gerekir.


Özyönetim

Özyönetim, belirli bir coğrafyada yaşayanların, üzerinde yaşadıkları alanda “özerk”, “bağımsız” bir işleyişe, “idare”ye sahip olma idealini betimler. Buradaki anlamıyla merkezi bir idarenin “dış” ilişkilerini belirlemesine de göz yumabilir. BDP’nin “demokratik özerklik” talebi de bu kapsamda düşünülebilir. “Reel-politik” alana ilişkin buna benzer talepler, aynı alanın tanımladığı güç ilişkileri/dengeleri, siyasal/diplomatik manevralar ve nihayetinde toplumsal mücadelelerle karşılığını bulur veya nihai sonuca ulaşır. Burada sunulacak/önerilecek yöntem ise, siyasal/diplomatik manevralardan olabildiğince uzak durarak, toplumsal mücadeleler/taban hareketleri yoluyla, güç/iktidar ilişkilerini tersyüz etmeyi amaçlıyor ki, zaten anarşistlerin ve özgürlükçü komünistlerin savunduğu şey de özünde budur.

Özyönetimin belirli bir bölgeyle sınırlı olduğunu belirtmiştim; ancak bu alanın yeknesaklığından hareketle (kendi içinde) “üst” bir otorite tarafından “idare” edilmesi gerektiğini savunmak kuşkusuz devletçi bir yönelim olur. Öte yandan, yine bu yeknesaklığa dayanarak, alanın “genel”ine tek-tip, genel-geçer kurallar bütünü dayatmak da yine otoriter/modernist bir yaklaşımdır. Son olarak “özyönetim”in daha üstteki herhangi bir “siyasal otorite”yle, yani devletle bir bağı olmaması da belirleyicidir. Burada tercih edilecek olan kuşkusuz (klişeleşmiş anti-emperyalist sloganla ifade edilecek olunursa) “tam bağımsız” bir özyönetimdir.

Özyönetime dair gerek tarihsel, gerek teorik çok sayıda örnek bulmak mümkün: Kürt hareketinin referans aldığı Bookchin’in “konfederalizm” (veya özgürlükçü belediyecilik) teorisinden Meksika’daki Chiapas eyaletinde belirli bir alanda özyönetim deneyimini sürdüren Zapatistlere, 1936’da Katalonya ve Aragon’daki anarşist özyönetim deneyiminden Yugoslav özyönetimine kadar bir dizi model akla geliveriyor. Ancak bu noktada, her coğrafyanın kendisine özgü koşulları olduğunu ve hiçbir teorinin, hiçbir pratiğin bir diğerinin aynısı olamayacağını, olmaya zorlanmaması gerektiğini gözden kaçırmamak gerekiyor.

Aslında en safiyane niyetlerle de olsa belirli bir alanı tanımlayan bir “dış” sınır çizdiğimizde, ister istemez kapalı bir alan yaratmış oluruz. Bu yüzden bu tür genellemeler de çeşitli rahatsızlıklara, sorunlara neden olabilir. Yine de, karşılıklı geçişlere, alışverişlere/değiş-tokuşlara (ki burada kastedilen ekonomik değiş-tokuşların yanında bilgi/deneyim alışverişidir) açık bir özyönetimler, yereller “bütün”ü, büyük ölçüde bu tür yalıtılmışlık sorunlarının üstesinden gelebilir. Burada çizilen mekânsal kurgunun, devletin ve kapitalizmin alt edildiği bir zamana ait olduğunu vurgulamak gerekir; aksi durumda “tam-bağımsız” da olsa kaçınılmaz olarak “dış-düşman”larıyla mücadele etmek için didinip duran, bu didiniş sırasında da otoriter yollara sapabilen bir özyönetim “idare”sinden söz etmiş oluruz. Bunun bir örneği, kısmen 1936 İspanya anarşist deneyiminin başarısızlıkla sonuçlanan öyküsünden okunabilir.

Demokrasi

Birazcık da “dış”tan “iç”e, özyönetimin (iç) işleyişine odaklanalım. Burada temel sorun, hemen her yerde karşımıza çıkan bir slogan olarak “demokrasi”nin işleyişine ilişkindir. Demokrasiden herkes kendi anlamak istediğini anlayabilir, çıkarmak istediğini çıkarabilir, götürmek istediği yere götürebilir. Bu muğlâklık içerisinde, demokrasinin esasen insanların kendi yaşamlarını etkileyen kararların alınmasına ne ölçüde katılabildikleriyle ilgili bir mesele olduğu söylenebilir.

Temsili demokrasi, ölçek sorununu öne sürerek kapitalizmin rutin işleyişine sekte vurmayan oligarşik bir politik yapı yaratırken, “temsil edilme” durumunu yücelten bir söylem de geliştirdi. Toplumsal mücadelelerin parlamenter sistemin legal yapısı içerisinde, “parlamento dışı” (=”gayri-meşru”!) yollara sapmadan yürütülebileceğine ilişkin inançlar sarsılmakla birlikte yaygınlığını koruyor. Bununla birlikte, bu sarsıntılar çeşitli alternatiflerin de kapılarını aralamaya başladı. Sistem (daha uygun bir ifadeyle “sistem savunucuları”), bütün bu alternatifleri legalize edip ayrıcalıklı kesimlerin ayrıcalıklarını sürdürmeye çabalasa da, her zaman yeni yeni açık kapılar bulunabilir.

Yönetişim

Yönetişim, “sihirli” bir sözcük olarak bir süredir reel-politikayı ve akademik tartışma alanını işgal ediyor. Sözcüğün sihri, temsili demokrasinin “öte”sine taşma iddiasında saklı duruyor; özünde ise karar alma sürecine farklı (çıkar) grupların(ın) fiili katılımını içeriyor. Buradaki katılımın esasları incelendiğinde, söz konusu (çıkar) grupların(ın) sayısal eşitliğine dayalı bir işleyiş olduğu görülüyor. Sayısal açıdan bakıldığında temsile dayalı sistemlerde “sandık başında” çoğunluğu oluşturan “ezilenler”in, yönetişim düzleminde “ezenler”le eşdeğer sayısal güçle temsil edildiği ortaya çıkıyor. Özellikle yerel ölçekteki karar alma süreçlerinde, “sivil toplum kuruluşları”nın katılımı üzerinden gündeme gelen “yönetişim”, bir avuç kapitalistin/”işveren”in çıkarlarını savunan örgütlerin, milyonlarca çalışanın çıkarlarını savunan(/savunduğunu iddia eden) örgütlerle aynı ölçüde söz hakkına sahip olduğu bir mekanizma öngörüyor. Temsili demokrasinin, medya odaklı vb. yönlendirmelerine dayalı sözde “demokratik” uygulamalarda bile görülmeyen bir pervasızlıkla yaratılan bu oligarşik yapılanma, nedense bazı muhalif/alternatif hareketler tarafından bile matah bir şeymiş gibi benimsenebiliyor.

Daha da derine inecek olursak, karşımıza “yönetişim”le ilgili bir dizi başka sorun çıkıyor: öncelikle yönetişim alanında “temsil” ayrıcalığına sahip kuruluşların kim tarafından hangi kriterlere göre belirlendiği, ne kadarlık bir kitleyi “temsil ettikleri”, “temsil edilen” kitleden hangi mekanizmalarla nasıl bir “yetki” alındığı ve bu yetkinin meşruiyeti, örgütsüz büyük yığınların yönetişim mekanizmalarında temsil sorunu vb. pek çok soru(n). Kuşkusuz, yönetimin/idarenin karar alma aşamasında, çoğulculuk adına çeşitli grupların kararlarına başvurması, katı bir yönetim uygulamasından daha yeğ tutulabilir, ancak o çoğulculuğun kapitalizmin sürekliliğini derinleştirip pekiştiren bir içeriğe sahip olduğunu görmemizi engelleyemez.

İstişare

Yukarıda sözü edilen bütün aksaklıklarına karşın, yönetişim (Gencay Şaylan’ın öngördüğü şekilde) bir tür “halka danışma” yöntemi olarak da algılanabilir. Bu tarz bir “halka danışma” uygulaması, Zapatistlerin “consulta” (“istişare”) olarak adlandırdıkları önemli kararların alınmasında “yerli tabanına” danışma yönteminde görülmektedir. Bilindik referandumlardan farklı bir süreç olan “consulta”, temsili yönetimlerin aksine, önemli kararların tabandan, en alt düzlemden, yerel “köy” meclislerinde başlayan tartışma süreçlerinde ele alınması pratiğini içermektedir. Ancak burada, bütün özgürlükçülük iddiasına karşın, bir “ordu örgütlenmesi” olma iddiasını taşıyan EZLN’nin iç-işleyişinin demokratik olmadığı unutulmamalıdır. Bununla birlikte, yerel düzeyde hizmet sunan “idare”ler, “otonom isyancı belediyeler” bağımsızdır ve iktidarın kurumsallaşması sorunu sorumlu idarecilerin geri-çağrılabilirliği, görevlendirmelerin kısa-süreliliği vb. yöntemlerle engellenmeye çalışılmaktadır.


Doğrudan Demokrasi

Fark etmişsinizdir, bu noktada, biraz olsun yerele, otonom/özerk bir yerel düzeye inebildik. En ideal demokrasi biçimi olan, temsilcisiz, “aracı”sız, doğrudan demokrasinin olabildiğince yerel ölçekte işlerlik kazanabildiğini burada özellikle belirtmek gerekiyor. Çünkü mekânsal (ve sayısal) ölçek genişledikçe karar alma sürecine katılımcıların sayısı artacağından uygulamada çeşitli güçlüklerle karşılaşılabilir. Bu işlerlik sorunsalı, mevcut temsili demokrasilerin kendilerini meşrulaştırma söylemi olarak sıkça karşımıza çıkar. Ancak, mevcut “modern” devlet sınırlarını kapsayan büyüklükte bir toprak parçasının neden tek bir otorite tarafından idare edilmesi gerektiği, bu mekânsal algının tarihsel kökenleri vb. meseleler konusunda elle tutulur bir açıklama bulmanız zordur. Öte yandan, ölçeğin küçültülerek, daha üst ölçekteki karar alma süreçlerine delegasyon vb. şekillerle katılım sağlanabilen yerel birimlere dayalı bir demokrasi/”idare” modeli üzerinde de nedense pek fazla tartışılmaz.

Oysa Atina “bile”, yüz binlerce insanın yaşadığı bir “polis” olarak, bundan 2500 yıl kadar öncesinde on binlerce insanın aynı anda karar alma sürecine katılabildiği mekanizmalar yaratabilmişti. Kölelik, kadınlık, yabancılık vb. durumlar istisna oluşturmakla birlikte, fiilen meclise katılım hakkına sahip olanların sayısının 50 bin kişiye ulaştığı bilinmektedir. Dolayısıyla doğrudan demokrasinin “uygulanabilir” olmadığı iddiası bir safsatadan ibarettir. Sorun, -kısmen- ölçekle ilgili olmakla birlikte, esasen egemenlerin güçlerini kaybetmeme telaşından kaynaklanan, “temsili” bir yönetim/idare mekanizması oluşturma “tercihi”nden kaynaklanmaktadır. Kısacası, temsili yönetim bir “tercih”tir, zorunluluk değil!

Koordinasyon Sorunu

Detaylarına burada girmek gereksiz olsa da, doğrudan demokrasinin ölçek sorunu konusunda birkaç nokta üzerinden durulabilir. Öncelikle yerleşim yeri bazında ele alınacak olursa, bir tür “yerleşimler” eşgüdümü gündeme getirilebilir. Yakın yerleşim yerleri arasında eşgüdüm kaçınılmaz bir ihtiyaçtır ve çeşitli ürün, hizmet ve bilgi paylaşımlarının yanında, ortak çevrenin korunmasına dair gereksinimleri karşılayacak bir -iletişim- kesinlikle gerekli olacaktır. Bunun ötesinde, yine yakın yerleşimlerin konfederasyon, federasyon tarzında eşgüdümünü “aşan” bir tür birliği, birlikteliği de söz konusu olabilir. Buna dair kesin bir çerçeve çizmek zor ve gereksiz olsa da, aynı coğrafi bölge/havza ve/veya aynı dili konuşanların yaşadığı alanlar böylesi “birliktelikler” oluşturabilirler. Yine de, bu noktada, dilin kendisinin de “kültür”ün önemli bir parçası olduğu, dolayısıyla ne kadar özgürlükçü olma iddiası taşırsa taşısın buna dayanarak kurulacak mekânsal birlikteliklerin toplumsal bir baskı aracına dönüşme tehlikesi içerdiğini gözden kaçırmamak gerekir.

Öte yandan, bir başka mesele, yerleşimler arası olası sorunların nasıl çözümleneceğinde düğümlenmektedir. Modern devletler, örneğin birkaç yerleşim yeri arasındaki bir su kaynağının paylaşımına ilişkin tartışmayı, kendi keyfilikleriyle “çözme” yoluna giderler, isterlerse tarafları dinler isterlerse dinlemezler. Yukarıda çizilmeye çalışılan tarzda özyönetime dayanan yerellikler zincirleri/ağları ise, sorunları kendi aralarında (muhtemelen “delegeler”in katılacağı) görüşmeler yoluyla çözmeye çalışacaklardır. Olası bir çözümsüzlük durumunda ise ortada bir “hakeme” danışmaktan başkaca yöntem kalmayacaktır. Bu noktada, birkaç yüzyıl öncesine dayanıyor olsa da, Proudhon’un anlaşmazlıkların bağımsız “hakemler” yoluyla çözümlenebileceği önerisi yol gösterici olabilir.


Taban Demokrasisi ve Katılım

Karar alma sürecini yalnızca “yerleşim yeri” ölçeğinde düşünmek temsili demokrasinin yanıltıcı ve daraltıcı bakış açısını yinelemekten öte bir şey değildir.  Bu açıdan, demokrasiyi doğrudan uygulanabilir bir araç olarak gündelik yaşamın daha geniş alanlarına yaygınlaştırmak gerekecektir. Semtler, mahalleler, apartmanlar, siteler, atölyeler, tarlalar, sokaklar, caddeler, kurslar vb. -gelecekte olması muhtemel- tüm yaşam alanlarına ilişkin sorunlar, yaşamlarının bir bölümünü o alanda geçirmek durumunda olanların katılımıyla tartışılıp çözüme bağlanabilir. Burada yine “ölçek” sorunundan kaynaklı karşı karşıya kalınabilecek sorunlar, delegasyon ve/veya kurayla görevlendirme türü yöntemlerle çözümlenebilir. Delegasyondan farklı olarak, kura yöntemi nedense Atina/Yunan demokrasisi ve bazı kabile topluluklarında şeflerin seçimi dışında pek fazla uygulama şansı bulamamıştır. Buna karşın, (geçici) yetkilendirmelerin kurayla belirlenmesinin, iktidarın kurumsallaşmasını önleyecek bir yöntem olarak delegasyondan çok daha güvenilir olduğu rahatlıkla öne sürülebilir.

Aslında, katılımı yaygınlaştırmak, demokrasiyi tabana yaymak kulağa hoş gelen söylemler olarak uzunca bir süredir gündemde yer alıyor. Ancak başta çalışma zorunluluğu, patriarkal kültürden kaynaklanan cinsel işbölümü vb. ayrımcılık biçimleri olmak üzere gündelik yaşam içerisindeki bilumum zorunluluk ve zorluklar, bu katılımın çoğunlukla ayrıcalıklı bir grupla sınırlı kalmasıyla sonuçlanıyor. Zapatistler’in Chiapas’ta karşılaştıkları sorunlardan başında da, özellikle kadınların ve gençlerin köy meclislerinde konuşma şansı bulamaması geliyordu. Yaşlıların ve erkeklerin egemen olduğu benzeri bir kültürün Kürt coğrafyasında da yaygın olduğunu anımsarken, yerel Zapatist meclislerinde on iki yaşından büyük herkesin katılma ve konuşma hakkı olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Temsili demokrasilerde genellikle on sekizle sınırlanan karar alma sürecine “katılım”ın çocuklara doğru yaygınlaştırılması, özgürlükçü bir toplumu diğerlerinden ayırt eden nitelikler arasında sayılabilir.

Mülkiyet

Mülkiyet, tarihsel olarak sınıfsal farklılıkların en belirgin göstergelerinden birisi olageldi. Bugün kapitalizm olarak adlandırılan ekonomik (ve toplumsal) sistemin temelinde de mülkiyet yatıyor, feodalizmde ve ondan öncesinde olduğu gibi. “Demokratik karar alma sürecine” veya “temsili demokrasi” oyununa katılım söz konusu olduğunda karşımıza çıkan en temel ayrımların başında, bilgiye ulaşma ve diğer insanları/yurttaşları, “kamuoyunu” etkileme olanakları fazla olan zenginlerle yoksullar arasındaki ayrım gelir. Bu ayrım var olduğu sürece, demokrasinin -hatta doğrudan demokrasinin- işlerliği tartışma konusu olur. Bu yüzden, “gerçek” bir demokrasi -var olabilecekse- ancak mülkiyete dayalı ayrıcalıkların olmadığı bir toplumsal düzlemde geçerlilik kazanabilir. Esasen günümüz kapitalizminin demokrasi sorununun temelinde olduğu gibi, antik Yunan’da da mülkiyete dayalı farklılıkların (ki buna “sınıfsal farklılıklar” adı da verilebilir) belirleyici olduğu açıktır.

Komünizm, “ortak mülkiyet” ideali ile birlikte bu sorunun aşılabileceğini öngörür. “Devletçi komünistler”in (Marksist Leninistlerin) bu iddiadan hareketle kurguladıkları “reel-sosyalizm” deneyimlerinde çuvallamalarını en açık biçimde dillendiren muhtemelen Djilas olmuştur: “Sosyalist mülkiyet olarak adlandırılan şey, bürokrasinin sahip olduğu gerçek mülkiyet ile örtülüdür.” Bu noktada önemli olanın, -hangi isim veya statü verilirse verilsin- mülkiyetin kullanımı sorunu olduğu açıktır.

Muhtemelen Proudhonla beraber anarşistlerin literatürüne giren “kullanım hakkı” kavramı, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması idealiyle “soyutlanmış” ortak mülkiyet kurgusunun uzlaştığı bir çizgide yer alır. Bu kavram, “ortak mülkiyet”in (olası) dayatmalarından uzak bir yaşam-alanına sahip olma düşüncesi üzerinden -diğer herkes kadar- bir barınma mekânı ile kişisel eşyaları “kullanma hakkı”nı betimler. Denilebilir ki, yaşamın kendisi büyük ölçüde bireysellikle toplumsallık arasındaki karmaşık karşılıklı ilişkiler bütünü üzerinde temellenir ve mülkiyet olgusunun tam da bu kapsamda özgürlükçü ve eşitlikçi bir tarzla yeniden ele alınması kaçınılmazdır.

Çoğulculuk

Çeşitli sosyalist pratiklerin demokratik bağlamdaki temel eksikliğinin, “çoğulculuk” sorununda düğümlendiği ileri sürülebilir. Liberal (temsili) demokrasinin başlıca argümanlarından birisi olan “çoğulculuk”, ciddi bir eleştiri aracı olarak “komünizm”in karşısında liberalizmin elini güçlendirmektedir. Öyle ki; (ki bu “haklı” bir argümandır) “liberal” bir demokrasi içerisinde her türlü “komünist” partiye izin verilirken, sosyalist diktatörlüklerse, değil “liberal”, kendilerinden başka “komünist” partilerin örgütlenmesine bile (pratikte) izin vermezler. Troçkizm bu argümana karşı bir takım “demokratik” açılımlar geliştirmiş olsa da, pratikte bir “komünist parti”nin iktidarı ele geçirdikten sonra çoğulculuk sorununun üstesinden nasıl gelebileceği sorusunun yanıtı henüz bulunabilmiş değildir.

Özgürlükçü bir komünist ideal, tek-partinin totaliter yönetimi yerine tabandan yükselen, yerele dayalı, eşgüdümlü bir tür konfederatif yapılanmayı öngörür. Kuşkusuz otoriter eğilimlerle, merkezi ve tek-biçimli/tek-sesli yönelimlerle hemen her yerde karşılaşılabilir. Önemli olan, bu tür yönelimlere neden olmayacak bir tür eşgüdümün ve karar alma sürecinin pratikte somutlaştırılmasıdır. Çok-seslilik, (ve “örgüt” gelecekte ne olacaksa) çok-“örgüt”lülük, çeşitlilik ve farklı görüşlerin, farklı grupların seslerini duyurabilecekleri, propaganda yapabilecekleri olabildiğince sınırsız bir özgürlük ortamının yaratılması, mülkiyet ilişkilerinin yıkımının ötesinde kurumsal iktidar mekanizmalarının da sarsılmasını gerekli kılar. Bu da, temsilin ve delegasyonun olabildiğince sınırlandığı, çoğu zaman “seçim” yerine “kura” mekanizmasının tercih edildiği, görevlendirmelerin kısa-süreliliği ve geri-çağrılabilirlik gibi önlemlerin dikkate alındığı yaklaşımlar sayesinde büyük ölçüde gerçekleştirilebilir. “Genel”e hâkim olmak isteyen bireyler ve örgütlenmeler her zaman ortaya çıkabilir, ancak bu tür merkezi yönelimlerle mücadelenin başarılı olması yine söz konusu topluluğun/toplulukların katılımcılarına ait olacaktır; buna karşılık ortaya çıkacak tepkisel (başka) “merkezi” yönelimlerin “siyasal” becerisine değil.

Sonuca Doğru

Burada bir sonuç sunmak yerine “sonuca doğru” bazı ipuçları üzerinde durmak sanırım daha açıklayıcı olacaktır. Bu ipuçları esasen yukarıdaki paragraflarda genel hatlarıyla ifade etmeye çalıştığım önemli bazı argümanların kısa birer hatırlatması şeklinde sunulacak.

Öncelikle “temsili” demokrasinin bizi içerisine hapsettiği “ulusal” kurgu, gerek mekânsal gerekse sayısal açıdan -başkaca tercihimizin olmadığı- yanılsamasını yaratır. Bunun eşliğinde, “temsili” demokrasi de, ısrarla olası yegâne demokrasi biçimi olarak pohpohlanır. Buna karşılık, yerele öncelik veren ancak yerelden öteye taşan bir tür eşgüdüm ve dayanışmayı da içeren bir yerel birlikler “bütün”ünün, bir “özyönetim”in yaratılması mümkündür. Demokrasi -doğrudan/aracısız- biçimiyle yine yerel üzerinden, karar alma sürecine katılım olanaklarının geliştirilmesinin eşliğinde kendi özünü bulabilir. Temsil ve delegasyon kimi durumlarda “kaçınılmaz” olsa da, görevlere süreklilik kazandırmayacak (dolayısıyla iktidarın kurumsallaşmasına neden olmayacak) çeşitli yöntemler sayesinde (kısa-süreli görevlendirmeler, geri-çağrılabilirlik, seçim yerine kura yöntemi vb.) olası güncel sorunların aşılması mümkün olabilecektir. Kuşkusuz sınıfsal farklılıkların (mülkiyetin) var olduğu bir dünyada, burada dile getirilen “demokratik” öngörülerin gerçekleştirilmesi hayalin bile ötesine taşar. Mülkiyet sorununu çözme iddiasındaki otoriter/devletçi sosyalizmin ise, yarattığı “sözde” eşitlik yanılsaması bir yana, çoğulculuğa ve muhalefete yer vermeyen kendisine özgü merkezci eğiliminin üstesinden gelmesi olası değildir.

Kürtlerin yaşadığı coğrafya kısmen bir tür yalıtılmışlık içerisinde görünse de, devletin, kapitalizmin ve kentlerin baskısı altındadır. Burada dile getiril(e)meyen, çözümü aranmayan/bulunmayan konuların başında, bu baskıların nasıl ortadan kaldırılabileceği sorusu yatmaktadır; ki buna verilecek yanıt, -şimdilik- anarşizmin temelleri on dokuzuncu yüzyıla dayanan öngörülerini aşan bir yerde durmaktadır. Burada son olarak hatırlatmak istediğim nokta; tarihsel anlamda üzerinde ne kadar baskı kurulmuş olsa da, bütün o “romantik” düşlere karşın, bir dilin, bir kültürün de günün birinde (ve hatta şimdiden) kendisinden kaynaklı bir baskı aracına dönüşmesinin kaçınılmazlığıdır.


“Demokratik Özerklik”

Esasen uzun zaman önce yazılmış bu yazıya son şeklinin verildiği günlerde, BDP öncülüğünde toplanan Demokratik Toplum Kongresi, “demokratik özerklik” talebini çok daha güçlü bir sesle dile getirdi. Öyle ki, bu karar, pek çok yerde havai-fişekli kutlamalarla bir tür “özerklik” ilanı olarak açığa vuruldu. Bu nedenle, kısa da olsa, “demokratik özerklik” meselesine değinmek gerekiyor.

Öncelikle, belirli yerleşim alanlarında yaşayan herkesi etkiyecek bu tür kararların, bir tür konsensüse (uzlaşmaya) dayanması gerektiğini kabul etmemiz gerekiyor. Seçim sonuçları çoğu zaman kesin bir yargı vermemekle birlikte, bazı yerlerde yüzde ellinin çok üzerinde oy almasına karşın, kimi yerlerde yüzde otuzun altında oy toplayabilen bir partinin “özerklik” talebinin, -olsa olsa- “kazandığı” belediyelerle sınırlı kalabileceği ortadadır ve bu durum egemen güçler tarafından “karşı koz” olarak kullanılmaya açık bir argüman da yaratmaktadır.

“Meşruiyet” meselesinin ötesinde bir diğer temel sorun ise, “üst” ölçekli idari yapıyla ne tür bir ilişki içerisinde olunacağıdır. BDP, sıklıkla vurguladığı gibi Türkiye geneli için bu öneriyi dile getirdiğini ifade etmektedir; ancak Türkiye coğrafyasının diğer yerlerinde “özerklik” önerisinin -şu an için- pek de olumlu yanıt bulmadığı ortadadır. Ne olursa olsun, “merkezi idare” ile yerel yönetim mekanizmalarından birisi olarak “belediyeler” arasında bir tür idari ve mali ilişki olacağı kabul edilmektedir. Öte yandan, “demokratik özerklik” ilanının bugünden yarına büyük ölçüde kâğıt üzerinde kalacağı, mevcut belediye idarelerinin “merkez”e -özellikle mali yönden- bağlılıkları göz önünde bulundurulduğunda açıkça görülebilir. Bunun tek istisnası, BDPli belediyelerin, (EZLN’nin “asi belediyeler” örneğinde olduğu gibi) kendi bağımsız idari ve mali mekanizmalarını oluşturmalarından geçmektedir. Ancak, Avrupa Konseyi’nin “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” vb. belgelere sıklıkla yapılan göndermeler dikkate alındığında, taleplerin özünde “mevcut sistem” içerisinde bir tür özerklikle sınırlı olduğu söylenebilir. BDPlilerin bu tartışmalarda İspanya’daki Katalonya, Bask vb. örneklere yönelik vurguları da aynı tezi doğrulamaktadır. Yine de, yerel seçimler yoluyla bir “güç” oluşturma hedefini gerçekleştirebilmeleri nedeniyle, mevcut idari yapının “yasal çerçeve”sini kullanmak belki bir yere kadar mazur görülebilir.

“Demokratik özerklik” talebinin dikkat çekici temel unsuru, “demokratik katılım” mekanizmaları üzerinde fazlasıyla duruluyor olmasıdır. Sıradan “özerklik” talebinin ötesinde genel “demokratik” katılıma, kadınların katılımına, ekolojik kaygılara ve katılımcı topluluk ekonomisine ilişkin özenli atıflara rastlanmaktadır. Ancak, Bookchin’in izlerini taşıyan bu “iyi niyetli” sözlerin pratiğe nasıl yansıtılacağı ve her şeyden öte mevcut ulusal (TC), uluslararası (BM) ve uluslarüstü (AB) sistem(ler)le nasıl uyumlulaştırılacağı dikkatle tartışılmalıdır. Kooperatiflere, konseylere ve birliklere dayalı “katılımcı topluluk ekonomisi” ideali, “özerklik” talep eden belediyelerin de -diğerleri gibi- işlerini aynı şekilde, ihalelerle, taşeronlarla yürüttüğü akla getirildiğinde şimdilik bir slogandan öteye geçememektedir. Bu açıdan, süregiden tartışmalara bakılırsa, BDP’nin “sistem-dışı” bir söylemle “sistem-içi” bir proje ortaya koyduğu ileri sürülebilir.

Eğer istenilen öncelikle “özerklik” ise, bütün bu cafcaflı “aşırı” demokrasi, katılım, ekoloji vs. söylemlerine ihtiyaç yoktur; aynı başlık altında çok daha ılımlıları AB, AK ve BM’nin söylemlerinde, eylem planlarında rahatlıkla bulunabilir. Ancak eğer düşlerdeki “demokratik özerklik” gerçek bir talep olarak dillendirilecekse, o zaman TC’den olduğu kadar, kapitalist ihale-şirket-patron-taşeron ilişkilerinden, AB-DB fonlarından, küresel kapitalist-yönetsel mekanizmadan da bağımsız bir yapılanma arayışına yönelmek gerekecektir. Söz konusu hareket, “niyet”ini ortaya koyarken samimiyse, bunu yapacak gücü de kendisinde bulacaktır. Aksi halde, en kötüsünden birkaç on yıl sonra, yeryüzünün pek çok yerinde karşılaştığımız, sıradan bir özerk, federatif veya konfederatif yapılardan birisine dönüşecektir.

Yaşam içerisinden anlatılar bazen yavan düşüncelerden daha etkileyici olabilir. Bu satırları yazarken de, 2000li yılların başında Katalonya’da katıldığım bir savaş-karşıtı toplantıyı anımsadım. Birkaç on kişinin katıldığı toplantıdaki “kolaylaştırıcı”, Katalan hükümetinin toplantı için sağladığı mekân karşılığında, tüm konuşmalarını (İngilizce’nin yanında) Katalanca da yapması gerektiğini -özür dileyerek- söylemişti. Oysa toplantıda kendisinden başka bu dili bilen hiç kimse yoktu! Umarım geleceğin muhalifleri, yarının “demokratik özerk” bölgesinde aynı tuhaflıklarla karşılaşmazlar. O günleri görecek olanlar, bugünün acılarını anımsayıp kendilerini teselli etmemeliler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder