Qijika Reş Dergisi Sayı:1
Çeviren: Dilek Zaptçıoğlu
Çeviren: Dilek Zaptçıoğlu
20. yüzyıl büyük umutlarla başladı ama birçok ülkede acı ve çaresizlik içinde bitti. Aklın galip geleceğine dair o büyük düş dağılıp kayboldu. Dünya hala şiddetle dolu. Hala sayısız insan başka insanlara akla gelebilecek her yolla eziyet etmekle ve onları öldürmekle meşgul. Sanki tüm o çabalar boşunaydı, sanki hepsi de türümüzün ahlaki yapısında en ufak bir iz bırakmadan heba olup gitti. Homo sapiens’ in ıslah edilmesi ve ahlakının yükseltilmesi bir masaldı, bir mitten ibaretti. İlerleme inancı bitti artık. Barışa dair ütopyaların, insanların birbiriyle konuşarak anlaşabileceğine dair ideallerin tuhaf ve çocuksu bir tınısı kaldı, dünyaya sanki yabancı bu düşünceler, bizi teselli etmek için icat edilmiş izlenimi veriyorlar. Miyadını doldurmuş projelerde ısrarcı olmak için ya insanın hafızasının çok sığ olması lazım ya da gerçekleri görmemek konusundaki inadının her şeyden kuvvetli.
Çağa, zincirlerinden hiç olmadığı kadar boşanmış bir şiddet damgasını vurdu. Şiddet her yerdeydi: Despot rejimlerin işkence zindanlarında, totalitarizmin kamplarında, ölüm mangalarının kazdığı toplu mezarlarda, soykırım fabrikalarında. Makinelerle yapılan, topyekün imhayı amaçlayan savaşlarda, havaya uçurulmuş kentlerde, sömürge seferleriyle iç savaşların yakıp yıktığı köylerde, kasabalarda milyonlarca kişi hayatını kaybetti.
Otuz yıl süren “Cihan Savaşı” 1945’te bitip de ilk bilânço çıkarıldığında insanlık kısa bir süre için her türlü şiddete tövbe etti. Ama şiddet hemen yeniden yayıldı. Sovyet ve Çin kampları sistemli olarak çoğaldı, Asya’nın, Afrika ile Latin Amerika’nın birçok bölgesinde savaş kronik bir hastalığa dönüştü. Dünyanın lanetlemesine karşın soykırımlar yinelendi. Milyonlarca mülteci doğup büyüdükleri toprakları terk edip çoğunlukla yine takip görecekleri komşu ülkelere veya refah kalesi devletlere sığınmaya mecbur kaldılar. Sosyalist diktatörlüklerin yıkılmasının ardından dünyaya küresel barışın hâkim olacağına dair liberal düşler kısa süreliğine, şöyle bir alevlendi. Fakat demokratların şiddetle gerçekten mücadele edecek siyasi iradesi ve askeri araçları yoktu. Böylece savaş, terör ve takip Avrupa’nın orta yerine geri döndüler. Bugün ne insan avı, ne katliam ne de 5avaş ve soykırım gündemimizden çıkmış durumda. Bu kitle kıyım çağına sonraki kuşakların hangi adı takacağını kimse bilmiyor. İnsan türünün tarihi, yok olan kültürlerin ve halkların sırtına basa basa, kimseye aldırmadan yoluna devam ediyor. Kötülükler artık hafızadan olabildiğince hızlı silinmeye çalışılıyor. Çünkü önemli olan, dünya görüşümüzün en ufak bir pürüzle zedelenmemesidir. Ortaçağ’ın cadı avının son demlerini yaşayanlar, bir gün o devre methiyeyle “Akıl Çağı” denileceğini tahmin edebilir miydi? Dehşet ve tükenişin, unutma ile mitleştirmenin o bitip tükenmez döngüsünde aydınlanma anları çok nadirdir. Huzurun hüküm sürdüğü paha biçilmez fasılalar kadar nadir. Yeni bir binyılın başlarında her şeyin birden daha iyiye gitmesini beklemek ahmakça olurdu. 1900’lerde henüz küresel ticaretin, demokrasinin, aklın ve ulusal özerkliğin Avrupa’ya ebediyen barış getireceği sanısı hâkimdi. Eğitimli orta sınıflar bir tür uluslararası toplum kardeşliği içinde kenetlenme yolundaydılar. Aradan on dört yıl geçmeden hepsi marşlar söyleyerek dünya savaşına girdi, En kötünün, “tahayyül bile edilemeyen” bir kez daha aşılamayacağına inanmak için, her türlü tarihsel tecrübeyi yadsımak lazım. O nedenle bütün güzel ve aldatıcı hayalleri ebediyen ortadan kaldırmak kaçınılmaz oldu.
Medeniyet
Günümüzün dünya görüşünün çekirdeğinde hala medeniyet fikri yatar. Birinci Dünya Savaşı bu fantazmagoride bazı çatlaklar açmış olsa bile, tahayyül inatla yaşıyor. Avrupa yüzyılın ilk yarısındaki felaketlerin ardından uzunca bir barış dönemine girince medeniyet fikri yeniden cazibe kazandı. Çağ dönümünde yeni bir seculum’u, bir global birlik ve ahlaki kozmopolitizm çağını haber vermek moda oldu. Bu epizodun da düşünce tarihinde kaybolup gideceği kesin. Fakat aynı zamanda bir kuşku da uyandı: Kültür, barbarlık ve modernite tuhaf bir örgü deseni içinde iç içe geçmiş olabilirler mi? Savaş ve terör, medeniyet düşüncesini ne kadar ve nasıl ilgilendirir?
Dört tez ayırt edebiliyoruz. Birincisi, savaşın ve teröre dayalı insan avının, takipçi terörün, ara sıra ortaya çıkan ve sınırlı bir devrede hüküm sürüp sonra geçip giden sapmalar olduğunu söyler. Ana akım ayaktadır, şiddet tekelleşmekte, dürtüler denetim altına alınmakta, insana içkin gaddarlık ıslah edilmeye devam etmektedir; gelişim çizgisi zaman zaman kesintiye uğrasa da aslında sürüp gitmektedir. Medenileşmenin kırılganlığını ve psikolojik bedellerini hesaba katsa bile, sonuçta ilerleme fikrinin geç bir versiyonudur bu. Buna göre Auschwitz de son kertede Almanya’nın ideolojisi, zihniyeti ve devlet tarihiyle geçtiği tekil ve özel yolun, Sonderweg’in bir tezahürüdür, sonucudur. Kitle katliamı, vicdan henüz emekleme çağında olduğu için, devlet daha sağlamlaşmadığından ve medeniyet henüz tam tekâmül etmediğinden vuku bulabilmiştir. İnsanın hayvansal güdüleri o zamanlar henüz terbiye edilmemişti ve bugünün karşılıklı toplumsal bağımlılıklar zinciri daha oluşmamıştı. Öz- denetim, ileri görüş, özerklik insan habitus’unda, davranışlarında henüz yeterince kök salmamışlardı. İnsanlar kendileri dik bir duruş gösteremedikleri için dışsal birtakım Führer figürlerinde dayanak aradılar, onların emirlerini körü körüne dinlediler. Fakat, bir dakika: Failler arasında öldürme işini büyük bir itinayla ve gayretle, bizzat kendisi inisiyatif alarak gerçekleştiren çok sayıda kişi de yok muydu? Ya Alman pasaportu taşımayan o çok sayıdaki yardakçı ve işbirlikçi> onlar da mı ulusal bir “özel yol” un yolcusuydular? Hayır. Anlaşıldığı üzere medeniyet, kişiliğin dönüşümüne, uygar bireyin kitle katliamcısına evrilmesine karşı yeterli bir panzehir değildir.
Bu birinciye tam tamına zıt bir başka tez de öne sürülebilir. Buna göre şiddetin önündeki tüm bentleri aşarak gürül gürül çağlaması modernite eksikliğinin değil, tersine modernitenin devasa başarısının sonucudur. Medeniyetin kesintiye uğramasının yeterli koşulu, medeniyetin ta kendisidir. Barbarlığa dönüşmesi kaçınılmazdı. Modern bilim kaçınılmaz olarak atom bombasını yaratacaktı, devlet bürokrasisi kaçınılmaz olarak soykırımın hizmet sektörüne dönüşecekti, otoriter toplumsal karakter kaçınılmaz olarak kitle katliamcısına evrilecekti. Araçsal akıl, Auschwitz ve Hiroşima’da kendini bulmuştur. Bu teorinin zaafları ortadadır. Medeniyete ve akılcılığa çizgisel ve durdurulamaz bir kuvvet atfeder. Başka hangi yeterli nedenlerin de şiddeti açığa çıkarabileceklerini ve modern uygarlığın bütün özelliklerini taşıyan başka toplumların niçin soykırım ve kitlesel terör doğurmadıklarını açıklamaktan acizdir. 0 nedenle üçüncü bir pozisyon ortaya çıkmıştır. Buna göre modernite terörün yeterli olmasa bile gerekli bir önkoşuludur. Şoa, yani Yahudi Soykırımı tarihsel bir tökezleme, bir tür iş kazası değildir, modernitenin öz çocuğudur, moderniteye içkin bir imkândır. Medeniyet, yaratıcılığı da, yıkıcılığı da aynı ölçülerde besler ve çoğaltır. Devletin şiddet tekeli olmadan günlük toplumsal hayatta huzur sağlanamaz, fakat şiddet araçları bu denli tek elde toplanmasaydı savaş da bu kadar tırmanmayacak ve katliam böylesine devletleşmeyecekti. Modern devletin programında düzen yazmasaydı, akılcılık ahlaki boyutu bu kadar ihmal etmeseydi, bürokrasi aparatı var olmasaydı barbarlık da olmazdı. Bu tez ilk bakışta bayağı albenilidir. Terörü gözden kaybetmez ama tarihsel determinizm tuzağına da düşmez. Yine de tatmin edici değildir. Gerekli önkoşullarla nedenleri birbirinden ayırt etmek lazımdır. Gerekli önkoşul, bir şeyin nasıl mümkün olabildiğini açıklar, onun niçin vuku bulduğunu anlatmaz. Açıklama eksik kalıyor. Kan dondurucu gaddarlığın hakikaten de modern bir örgütlenmeye mi ihtiyacı var? Bürokratik karakterin ahlaki vurdumduymazlığı gerçekten de kitle katliamının olmazsa olmaz önkoşulu muydu? Modern savaş ve takip terörünün öteki gerekli şartlan nelerdir peki?
Nihayet son teze geldik: Buna göre insan habitus’unda bir evrim kaydedilmemiştir ki medeniyetle barbarlık arasında bir bağlantı olsun. Medeniyet inancı, modernitenin kendi kendine tapmasına yarayan Avrupa merkezli bir mittir. İnsanoğlunun duyguları ve dürtüleri toplumsal koşulların evrimi boyunca en ufak biçimde değişmediler. Özdenetim yeni bir olgu değildir, her kültürde görülebilir. Çıplak ve vahşi, hiç de uygarlık kuramının iddia ettiği kadar vahşi değillerdir ve medenileşenler de hiç öyle kendilerini dev aynasında görmek istedikleri gibi uysal ve merhametli sayılmazlar. Şiddet ve gaddarlık kültür tarihinin mütemmim cüzleridir. Her toplum onları normlar ve sıkı bir denetim yoluyla bastırmalıdır. Toplumsal ve teknolojik değişimler ne kadar başarılı olsalar da, insanoğlunun ahlaki donanımı bundan hiç etkilenmedi. Tarih bazı şeyleri değiştirir ama her şeyi değiştirmez. Teknoloji ve örgütlenme, özü sabit kalan potansiyellerimizi birkaç katına katladı sadece. Modernitenin zekası, disiplini ve rasyonelliği insanın yapısını, fıtratını değiştirmediler; yalnızca yıkıcı hayal gücünü tarifsiz ölçüde güçlendirdiler. Daha da kötüsü: Medeniyet fikri aşırı şiddetin meşrulaştırılmasına da alet edildi. .Avrupalı devletler güneydeki “vahşilerin” kökünü kurutmak için ulus-devlet adına, ilerleme adına, medeniyet adına toplarını, tüfeklerini, donanmalarını ve lejyonlarını balta girmemiş ormanlara ve sıcak çöllere göndermekte beis görmediler. Sömürgeciler ahlaki üstünlük ve misyonerlik aşkına devasa kültürleri ve halkları yok ettiler.
“Medeniyet ve Barbarlık” söylemi, tarihte anlam arama ihtiyacımızı karşılar. Çizgisel zaman modellerinin ve teleolojik tarih felsefesinin kalıntılarını göz ardı edemeyiz. Eğer bunlar olmasaydı hiç kimse tarihin akışında “geriye düştüğümüzü” veya toplumsal ahlakın “geri kaldığını” söylemezdi. Dünyevi kıyamet düşüncesi de bu finalizme uyar. Geri döndürülemez bir zamansal akışın, gelişim yanılsamasının kalıpları içinde hapsolur. Oysa evrensel tarihten neler beklenmemişti ki: özgürlük düşüncesinin gerçekleşmesi, ahlaki öğrenme süreçleri, tüm önyargıların buharlaşması, topluluk içinde uygarlaşma. Büyük formatlı tarih, medeniyet ya da toplum kuramlarının analitik değeri oldukça mütevazıdır. Ayrıntıların analizine karşı bağışıklık sahibidirler. Yaşadığımız olayların anlaşılabilmesinden çok dünya görüşleri kurgulamaya yarar onlar. Küresel kuramların yüksek irtifasında, soyutlamanın geniş ağında ayrıntılar kaybolur. Yaşama alanlarının kentleşmesi, çalışma ve iletişim dünyalarının teknolojiyle iç içe geçişi ve bürokratik devlet egemenliği modern toplumları karakterize eden başlıca faktörlerdir. Terörün analizi için ancak bürokratik akılcılık düşüncesinin belli bir önemi olduğu söylenebilir. Peki, bu terörün nasıl başladığını ve şiddetin niçin uygulandığını anlamak için yeterli midir?
Bürokrasi
Bürokrasinin başat özelliklerini, iktidarın büyük ölçüde tek bir merkezde toplanması, işbölümü, formelleşme ve standartlaşma olarak tanımlayabiliriz. Bürokrasiler düzenli çalışma süreçleri ve karar mekanizmaları meydana getirirler. Yalnızca verili hedeflere yönelik davranışları programlamakla kalmaz, iş gücünün belli oranda ikame edilebilirliğini de sağlarlar. Bürokrasiler personel seçiminde o kadar titiz davranma eğiliminde değildirler. Verimlilikten bir şey kaybetmeksizin oldukça vasat kişiliklerle yetinmesini bilirler.
Rasyonel bürokrasi modeli, toplumsal örgütlenmenin ancak özel bir biçimini kapsar. Her bürokrasi bir örgütlenmedir, fakat her organizasyon bürokrasi değildir. Çalışma programlan, hiyerarşi ve uzmanlaşma, birbirinden bağımsız işler. Bir organizasyonun hangi biçimi alacağı içinde çalıştığı çevreye ve türbülanslara bağlıdır, belirsizliklerle doludur. Bürokrasiler ancak görece istikrarlı, denetlenebilir ve öngörülebilir koşullarda etkin çalışırlar. Fakat yalnız dış değil, iç işleyiş de ille rasyonel bürokrasi idealine uymayabilir. Resmi hedefler ve planlar, genellikle elitlerin kafasından çıkan tasarımlar ve mitlerdir. Bütün üyeleri aynı ideolojiye bağladıkları, aynı davranış biçimlerine mecbur bıraktıkları iddia edilemez. Örgütsel amaçlar sürekli yoruma tabidir ve zamanın değişkenliği içinde farklılaşırlar; hatta bazen tanınmayacak hale gelirler. Başardı olmak için emirlere körü körüne itaat etmemek, sıklıkla verili hedefleri çiğnemek ve kuralları göz ardı etmek gerekir. Asıl motivasyon sağlayan ve işbirliğini ayakta tutan, resmen var olmayan enformel gruplardır. Emirler çiğnenecek, personelin içinde oluşan koalisyonlar iktidar ve nüfuz mücadelesi verecektir. Kısacası: organizasyonların ne dış ne de iç dünyası mükemmel düzenlenmiş bir yönetim idealine uymaz. İşini, aldığı emri veya kanunları harfiyen uygulayarak yapan ünlü bürokratik karakter, her türlü organizasyonu iflasa sürüklerdi.
0 nedenle, bürokrasi tasarımını kolektif şiddet süreçlerine uyarlamak yanıltıcıdır. Sivil koşullarda bile pek geçerliliği olmayan bir yapı silahlı çatışmayı, kitlesel takip ve katliam durumlarını açıklamakta daha da yetersiz kalır. Elbette bugünkü devletlerarası savaşların yönetimi eskinin aşiretleri, şövalye orduları veya paralı askeri birlikleri arasındaki savaşlara kıyasla çok daha yüksek bir örgütlenme becerisi istiyor. Fakat savaşın lojistiğini savaş sürecinde yaşananlarla karıştırmayalım. Mücadele önceden planlanamaz. “Sıcak temas”a genelkurmayın masa üstü taktiklerinden çok daha farklı kanunlar hükmeder. Savaş bir sürtünmeler, tesadüfler dünyasıdır; Clausewitz’in dediği gibi “gerçek bir bukalemun”dur, “çünkü her somut durumda doğasını biraz değiştirir”.
Takipçi ve baskıcı terörün de bürokrasilerle ilişkisi sınırlıdır. Terör keyfilik, sürpriz ve hızdan, yani bürokrasilerin genel geçer özelliklerinin tam zıttı ilkelerden beslenir. Gerçi terör kurbanlarının kimliklerinin belirlenmesi ve işaretlenmeleri düzen güçlerinin, idarenin görevidir. Ama bürokrasiler takip, baskın, sürgün, tehcir ya da kitlesel katliam söz konusu olduğunda pek de uygun yapılar değillerdir. Katliamın devletleştirilmesinin ardından terör çoğunlukla özel birliklere havale edilir oldu; bunlar taktiklerle, modem ama bürokratik sayılamayacak bir örgütlenme biçimi olan seyyar vurucu tim mantığıyla (mobile taskforce) hareket ederler. SS’in Polonya’da, Litvanya, Ukrayna veya Beyaz Rusya’daki polis taburları ve komandoları her gün kurbanlarını titizlikle kayda geçseler de bürokratik birimler değildiler. Eğer sadece terörün iç hizmetlerini göz önüne alırsak ve geride kalan dağ gibi dosyalarla, tarihsel araştırmanın bu başlıca kaynağıyla sınırlarsak kendimizi, gerçeğin ancak yarısını kavram. Devlet terörünü uygulayanlar bir Adolf Eichmann kıvamında, hevesli masa başı katliamcıları değildirler, sivil koşullarda hiç kimsenin dikkatini çekmeyecek kadar basit, vasat insanlardır. İçlerinden bazıları Theodor Eicke veya Josef Kramer gibi, Gustav Sorge veya Otto Moli, Maria Mandel veya Majdanek Toplama Kampı’nın “Kanlı Brygida”sı Hildegard Lachert gibi dehşetengiz katillere dönüşebilmiştir. Bunlar bürokratik karakterler değildi, neredeyse her gün yeni bir gaddarlık icat edebilme yeteneğine sahip, cinai bir hayal gücüyle donanmış normal insanlardı.
Avrupalı Yahudilerin imhası bir “idari kitle katliamı” değildi. “Bürokratik” soykırım söylemi sadece Batı Avrupa’nın merkez bölgeleri için geçerlidir. Yahudi kurbanların ezici çoğunluğu hiç de tek tek kaydı tutulup yakalanmamış, malları tek tek ellerinden alınmamış, yazılı emirlerle toplanma noktalarına çağrılmamış ve ardından günler süren yolculuklarla, varır varmaz motorlardan çıkan egzoz dumanı veya sülfürik asitle boğularak öldürülmek üzere yüzlerce kilometre ötedeki imha kamplarına taşınmamışlardı. Doğu Avrupa’nın birçok yöresinde insanlar ya toplu halde gettolara kapatıldılar ya da en yakınındaki ormana götürülüp hemen oracıkta vurularak öldürüldüler. Geçici olarak hayatta bırakılanlar ölümüne çalışmak zorundaydı; ya açlıktan öldüler ya da dövülerek veya kurşunlanarak katledildiler. Hala hayatta kalanlar ölüm merkezlerine taşındı. Yahudi kurbanların yarıya yakını gaz odalarında öldürülmemiştir. Nazilerin işgal ettikleri Doğu Avrupa ülkelerindeki idari yapının modem bir merkezi devlet bürokrasisiyle pek alakası yoktu. Batı Avrupa’dakinden farklı olarak Doğu Avrupa’daki tehcirler sıklıkla kaba kuvvete dayanmıştır. Birçok insan vardıkları yerde öldürüleceklerini hissettikleri için sevkiyatlara fiilen direnmiştir.
Terörün kurumsal düzeni olarak tanımlanan toplama kampı da özünde bürokratik özellikler göstermez. Tutukluların uması beklenen kurallar katalogu öyle hazırlanmıştı ki, uygulanması neredeyse tamamen imkânsızdı. Her şeyin inceden inceye kurala bağlanmasının ardında aslında sıkı bir düzen arzusu yatmıyordu; hesaplanmış bir düzensizlikti amaçlanan. Böylece cezalar keyfi olarak konabilecek ifrata kaçarak uygulanabilecekti. Bürokratik süreçler her zaman iyi hesaplanabilir ve bu özellikleriyle de aslında gücü sınırlar. Fakat toplama kampındaki tutuklu her an başına en kötü şeyin gelebileceğini biliyordu bunu hesaba katmak zorundaydı. Bu mutlak iktidar düzeninde en alt rütbeli gardiyan bile ölüm kalım hakkında karar verme yetkisine sahipti. Âdemimerkeziyetçi iktidar yapısı, personeli tam yetkiyle onatmıştı Emirler, verilmeden uygulanırdı. Merkezin koyduğu kurallar kayıtsızca çiğnenir, şiddet tamamen keyfi olarak yürürlüğe konurdu. SS örgütlenmesi rüşvete, kayırmacılığa ve rekabete dayanan polikritik bir sistemdir. Üyelerinden askeri disiplin, körü körüne itaat ve bürokratik kuralların harfiyen uygulanması değil inisiyatif almalarını doğaçlama yeteneğine sahip olmalarını, bir emri daha verilmeden yerine getirmelerini, şiddetin uygulanmasın da bağımsız davranabilme yetisini beklerdi. Toplama kampları, oralardaki azımsanmayacak kırtasiyeye rağmen bürokratik kültürün bir parçası sayılmazlar. Resmi dairelerde çalışanlar genellikle kendilerinden beklendiği gibi davranır. Kampta ise gardiyanlar mecbur olduklarından değil, icazet aldıkları için dövüyor, eziyet ediyor ve öldürüyorlardı.
Hegemonya, Topluluk, Ulus
Terörün kökleri, modernite söyleminin kavrayabildiğinden çok daha derinlere iner. Şiddet toplumsallığın temel biçimlerine sistematik olarak içkindir. İzleme faaliyeti dostla düşman arasına, yerleşiklerle ötekiler, yerlilerle yabancılar arasına bir tür yeşil hat çizer. Birtakım insanların huzur bozduğu veya haneye tecavüz ettiği söyleniyorsa, onlar suçlu ya da hain olarak niteleniyorlarsa orada şiddete giden yol oldukça kısa demektir. İzlenenler çoğu zaman toplumun eşdeğer üyeleri gibi görülmezler artık, kurtulunması gereken bir tür safradırlar, fazlalık addedilirler. Demokratik anayasalara sahip toplumlar bile “öteki” sınıfına sokulan insanların dışlanmasına ve öldürülmesine aşinadır. Fakat bir zorbalık rejiminde herkes şüpheli durumuna düşebilir. İnsanın ardında hiç iz bırakmadan ortadan kaybolması, kaybedilmesi için herhangi bir suçtan ötürü zan altında bırakılmasına bile gerek yoktur çoğu kez. İzlemenin tohumunu içinde barındıran üç temel toplumsal düzen vardır: Hegemonya, topluluk ve ulus. Aslında hegemonya şiddeti önlemek ve böylelikle insanların hayatta kalmasını sağlamak için vardır. Meşruiyetini, verdiği bu düzen güvencesinden alır. Fakat hegemonya da sıklıkla baskıcı ve takipçi bir şiddete yaslar gücünü. Tebaasının hayatını, sosyal ve fiziksel ölüm tehdidinde bulunarak korur. Düzeni ayakta tutan onun meşruiyetine duyulan inanç değil ölüm korkusudur. Tebaa, takibine maruz kalmaktan korktuğu egemenin iktidarını tanır. Omuzlarından özgürlük yükünü alan ve kendine dünyadaki yerini gösteren iktidar onu cezbeder. Ondan koruma, ilgi ve adalet bekler. Böylece ölüm tehdidi bağlayıcı bir güç kazanır, otorite kaynağı olur. Bir iktidarın tanınmasında, saygı ve ölüm korkusu ayrılmaz biçimde bütünleşirler.
Hegemonyal düzenin en önemli araçları norm ve hukuktur. Normlar yalnız şiddeti sınırlamakla kalmaz, onu doğururlar da. Normalle anormal arasında ayrım yaptıkları için insanlara güvenlik duygusu aşıladıkları doğrudur. Ama alınan önlem, karşı olunması gereken olayı bizzat kendisi hukuk- dışı olarak tanımlar. Temel ilkeleri neye dayanırsa dayansın hukuk bir toplumsal denetim ve izleme sürecidir. Hukuku uygulayanlar ölüm ve kalım hakkında karar verme yetkisine haizdir. Hegemonyan bu demir iskeleti, demokratik hukuk devleti zamanlarında geçici olarak hafızalardan silinebilir ama onu inkâr etmek tarihsel anlamda miyopluk ve politik açıdan safça olurdu. Demokrasiler de ilelebet yaşamaz. Siyasi hayatta önemli olan hiç de uzlaşma veya konsensüs değildir. Politikanın temelinde iktidar yatar; tebaadan herkesin, iş ciddiye bindiğinde bizzat tecrübe edeceği bir takip etme ve yaralama erki yatar Bir kere tesis edildikten sonra hegemonyanın ilgisi zaten içeride huzuru sağlamaktan çok kendini ayakta tutmaya kayar. İster demokratik isterse despotik olsun, bir rejime saldıran herkes vatana ihanetle suçlanacaktır. Kurumsal düzenle huzurun fasit dairesi burada yatar: Düzen, şiddetin sınırlandırılması için gerekli bir şarttır; ama tersine, takip ve şiddet de düzenin ayakta kalabilmesi için gerekli şartlarlarını oluştururlar.
Bu Circulus gerek ulusal, gerekse global ölçekte geçerlidir. Kimisinin rüyasını gördüğü “Dünya Devleti” de devasa bir baskı cihazına yaslanmak zorunda kalacaktır. Küresel ateşkes, muazzam bir asker ve polis aygıtıyla sağlanabilir ancak. “Dünya Devleti” orada burada patlak verecek küçük savaşları başarıyla söndürmek veya bazı yerel haydut şebekelerinden kolayca hesap sormak için büyük müdahalelere ihtiyaç duyacaktır. Ve bu, her türlü düzen gücÜ gibi küresel hegemonyanın da şiddet mantığına tabi olması anlamına gelecektir. Daha da kötüsü: Her yeri ve herkesi kapsayan şahane bir eşitlenme projesi olarak “Dünya Devleti” bir kere kurulduğunda hiçbir köşeyi artık kendi haline bırakamaz. Bütün imparatorluklar gibi o da sayısız kurbanın cesedi üzerinde yükselecektir. Rejimini korumak için sayısız emir kulunu hizmetine alacaktır. Ve insanların geçip sığınabilecekleri tüm ülke sınırlarını da ortadan kaldıracaktır. Dünya Devleti’nden kaçıp kurtulmak isteyenlere bundan böyle sığınacak tek bir yer kalacaktır: Ay. Demokratik elit egemenliği modelinin de küresel barışı garanti edemeyişi, bu açmazın arka yüzüdür sadece. Otoriter bir “Dünya Devleti” tüm baskı aygıtlarını elinde toplayacaktır, çünkü demokrasilerden oluşan bir birlik sosyal savaşları bastırmakta aciz kalır. Demokrasilerde kamuoyu hiç de daima uygar ve adaletli değildir. Halk ordularının savaşı ile güruhların insan avcılığı bilhassa kanlı eylemlerdir: Demokrasiler okuma yazma bilen bir nüfusa, vergisini ödeyen bir orta sınıfa ve işlerlik sahibi bir idare aygıtına yaslanır — ve tabii iç savaşın bastırılmasını huzurun sağlanabilmesini şart koşarlar. Eğer bu koşullar oluşmamışsa genel seçimler çoğunlukla sosyal dayanışmayı ortadan kaldırır, toplumdaki uçurumları büyütür ve —en son kimi post komünist ülkede görüldüğü gibi— yabancı düşmanlığını kışkırtanlara yeni taraftarlar ve bağlılıklar kazandırır. Bu ülkelerde siyasi partiler etnik akımları gizleyen birer maske işlevi görür. Ulusal egemenlik ve kendi kaderini tayin hakkı, her zaman azınlıkların dışlanmasına yol açar. Küresel rekabet sıklıkla yerel ölçekte felaketlere yol açtığı için, fikirlerin ve malların serbest mübadelesi dediğimiz olgu birçok ülkede savunmacı, korumacı eğilimler yaratır. Toplumsal güçler dengesinin ayakta tutulması veya bir federasyonda kurulmuş üst çatı egemenliğinin kabulü, toplumlardan fedakârlık bekler. Demokratik toplum bu fedakârlıklar göstermekten acizdir çoğu kez. Eğer ölüm toplum sözleşmesinin artık bir parçası değilse, iç ve dış huzurun kurulması ve korunması için de vazgeçilmez olan askeri erk kaybolacaktır. Demokrasiler bu bedelleri ödemek istemedikleri sürece barışın günleri sayılı olacaktır.
Toplumsallığın hegemonya kadar tehlikeli bir başka biçimi daha vardır. Topluluk, cemaat (Gemeinschaft) aidiyeti, dışlama üzerinden tanımlar. Kendilerini birbirlerine ait hissedenleri, dışlanmışlardan hatta baştan beri içeri alınmamışlardan ayırır. Toplumsallaşma süreci sosyal çevreleri birbirinden ayrı tutar. İçeride birlik ve beraberlik, eşitlik ve kardeşlik vaat ederken, dışarıya karşı sınırı işaretleyen yüksek duvarlar ve cepheler çeker. Yerleşikler dışarıda kalanlara karşı konumlanır, dostlar düşmana ve yabancıya karşı birleşir. Oradakilere karşı olmadan, buradakilerle beraber olunamaz. Dıştaki husumet yani düşmanlaşma, içeride tesanüt yani dayanışma yaratır ve güçlendirir. Düşmanı ve hasmı icat eden topluluktur, cemaattir. “Öteki” olarak adlandıracağı o karşı-imgeye ihtiyacı vardır. O nedenle dünyayı iki yana ayırmaya ve kendisinden farklı olan herkesi devreden çıkartmaya çabalar, İçeridekiler kendilerini iyilerden, seçilmişlerden addeder; medeni olanlar onlardır, soyludurlar, dürüsttürler, doğrudurlar. Ama ötekiler var ya, onlar vahşidirler, barbardırlar, küffardır, “kirli”dir onlar, haneye tecavüze yeltenenlerdir, “kimseye bir faydası olmayanlar”dır. Hakaretlerin, aşağılamanın hedefidirler, onlara karşı ne yapılsa mubahtır. Çünkü ahlakın sınırlan, cemaatin sınırlarıdır. 0 yüzdendir ki ötekiler çoğu kez aynı canlılar familyasına bile dâhil edilmez. İşte topluluk, cemaat takibe, insan avına böyle cevaz verir. Yabancılara karşı misafirperverlik, ancak bavullarını açmaya kalkışmadıkları sürece geçerlidir. Her iki evrensel düzen ulusun bünyesinde tarihsel ittifakına kavuşur. “Ulus” kavramının kriterleri hiçbir kesinlik taşımasa bile doktrin her zaman devlet, cemaat ve kültürün bütünleşmesini hedefler. Ulusal topluluğun bir üyesi olmak için aynı kültürden gelmek, aynı dili konuşmak, aynı tahayyül dünyasına ve yaşam tarzına sahip olmak gerekir. Ulusun her bir üyesinin kendirgillerle dayanışma duyguları içinde olması beklenir. Cemaatini dışa karşı koruyacak, onun değerlerini hayatı pahasına dünyaya taşımak görevini üstlenecektir. Dahası var: Aynı kültürün bütün mensupları, her nerede yaşıyorlarsa, tek bir devlet çatısı altında toplanmalıdır. Ulusal kültür topluluk kurucudur ve devleti meşrulaştıran güçtür; devlet gücü ise kültürel cemaati korumakla, yabancılan ortaya çıkarıp gözetim altında tutmakla ve gerektiğinde kapı dışarı etmekle yükümlüdür. Tek kültür, tek devlet, tek millet — milliyetçiliğin şiarı budur.
Ulus-devletin kurulma aşamasında, bu süreci izah edecek akla yatkın nedenlerin yokluğunda, milleti meşrulaştırmak için tarihi efsaneler de uyduruldu. Bu efsaneler genellikle cesur, erdemli halk kahramanların maceralarını anlatır, milletin bekası uğruna ortaklaşa kan dökülen, bedeller ödenen mekânlarda geçer ve zalim hükümdarlara, prenslere veya yabancı işgalcilere karşı verilen mücadeleyi konu alır. Tabii milli simge arşivine başvurmadan olmaz: Kültür abideleri, tipik doğa parçaları, folklor, yöresel giysiler, yemekler, amblemler bu arşivin demirbaşlarıdır. Fakat milletin icadına hızlı bir hafıza kaybı da düzenli olarak eşlik edecektir. Kökenlerin, geleneklerin, örf ve adetlerin gerçek çeşitliliği unutulduğu ölçüde geçerlilik kazanır ulus kavramı. Nihayet ulusal bilinç toplumun kendini kavrayışı içinde sağlam bir yer edinince, toplumsal gruplardan birinin lehçesi artık herkes için bağlayıcı ulusal dil haline gelir. Bu ortak dil kültürün homojenliğini, cemaate bağlılığı, devletin bölünmez bütünlüğünü simgeler bundan böyle. Milliyetçilik Avrupa’da başlangıçta ideolojik bir paradoksla maluldü. Prenslerle yabancı işgalcilerin tahakkümünden kurtulmak için kendine bir duygusal zemin bulması gerekiyordu; bu zemini eski zamanların o toprağı işleyen, ayağı yere sağlam basan köylüsünde ve savaşçı kahramanların ruhunda buldu. Halk kültürünü uykusundan uyandırmak iddiasındaydı, ama herkes için bağlayıcı olacak bir yüksek kültürü de yerleştirmesi gerekiyordu. Halkçılık sadece bir yanılsamaydı. Toplumda iletişim kurulabilmesi ve bürokrasi önünde eşitliğin sağlanabilmesi için herkesin ulusal dile hâkim olması gerekiyordu. Bu sınırsız bir anonimlik demekti, o da cemaat sıcaklığı ve bireysel dayanışma mitleriyle telafi edilmeye çalışıldı. Milletin devletleşmesi ve muhayyel cemaatin gerçeğe dönüşmesi zorunlu olarak dışlama önlemlerini beraberinde getirir. Ulus-devletler, siyasi sınırlarını en uç boylarına kadar genişletme ve bu sınırlar içinde kendi kültürlerini herkese dayatma eğilimindedirler. Hegemonyanın şiddet araçları, ulusal birliğin araçlarına dönüşür haliyle. Cemaate üye olmayan veya homojen “başat kültür”den ayrılan deklase olur ve “öteki” olarak damgalanır. Cemaatin kutsallarına saygı göstermeyen, hatta onları ayaklar altına alanlar iç düşman ve hain olarak nitelenir. Ve ekonomik ya da toplumsal bunalımlar siyasi ve kültürel istikrarı tehdit ettiğinde yabancılara ve ötekilere yönelik izleme ve bastırma önlemleri artar. Ulusun kurucuları cemaatin sınırlarını belirlemek için dışa karşı savaş verirlerken içeride hegemonyal düzeni sağlama alır ve aidiyetin sınırlarını çizerler.
İnsanlar ezelden beri birbirlerine karşı savaştı, birbirlerini izledi ve öldürdü. Homo sapiens hangi etniden, ulustan ve sınıftan olursa olsun, nefretinde özdeştir. Tarım toplumlarında da despotik hegemonya biçimleri ve etnik şovenizm vardı. Fakat ulusun bayrağı altında toplanan ve devlet hegemonyası, homojen kültür ve muhayyel cemaatten oluşan bu kutsal olmayan üçleme, modem zamanların ürünüdür. Ulus-devletler çağının yakınlarda sona erme olasılığı pek yüksek sayılmaz. Sefalet ne kadar çok insanı zengin merkezlere göç etmeye zorlarsa, yerli ve göçmen arasındaki zıtlaşma da o kadar keskinleşecektir. Devlet toplumdaki cemaatleşme ihtiyacına karşı direndiği sürece terör, belli sosyal eylemlerle sınırlı kalacaktır. Fakat devlet kurumları kültürü h0rnojenleştixmeye çalıştıkça ve toplumsal cemaatin yanılsamalarını kendi siyasetine başat olarak yedirmeye uğraştıkça, sistematik izlemeyle baskının yolu da açılmış olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder