16 Ocak 2011 Pazar

Post-Kolonyal Anarşizm - Roger White





















Qijika Reş Dergisi Sayı:1


Çeviren: Kürşad Kızıltuğ

Öncelikle şunu netleştirmeliyim ki ben ne bir ulusçu ne bir kabileci, ne enternasyonalist[1] (uluslararasıcı) ne de belediyeciyim.[2] Dünyanın her yerinden insanlar, ben sahneye çıkana kadar kendilerini hangi kolektiflerin içine yerleştireceklerini çözmeye çalışıyorlardı fakat bu gruplardan hiçbirisi onların kararları hakkındaki düşüncemi sorma zahmetine girmedi. Daha fazla sessiz kalmayacağım.
Ben özgür birliklere ve federalizme inanıyorum, çünkü bunlar genellikle halkların kendi belirledikleri özgürlük ve topluluk tarzlarını geliştiren en zorlayıcı olmayan yolları temsil eder. Anarşistler geleneksel olarak uluslara düşmandırlar ve devletlerin en kötü suçlarını onlara atfederler. Ulusların ve kendi kendini yönetme mücadelelerinin (ulusçuluk) reddedilmesi, anarşistlerin yönetimin olmaması talebi ile aynı anlama gelmese de yabancı tahakkümlerden özgürleşmek doğru yolda atılmış bir adımdır. Anti-otoriterlerin (anarşistler de dâhil) genellikle anti-emperyalist hareketleri, ulusal emellerine rağmen desteklemeleri tam bu sebepledir.
Pek çok Kuzey Amerikalı anarşist tarafından ulusçuluğun reddi, çoğunlukla kurtuluş için mücadele eden dünyanın tüm halklarının kendi toplumsal kimliklerini tanımlamak sınıf savaşıyla bağlantılı olarak tanımlamalarını gerektiren bir sömürgeci zihniyetin ifadesidir. Bu savaşta iki sınıf vardır –işçiler ve yönetici sınıf. Dünyanın ezilmiş ve haksızlığa uğramışları kendilerini işçiler olarak göreceklerdir. Bu kimlik kayması karşısında sınıf mücadeleci anarşistlerin dayanışmasını elde edeceğiz.
Endüstriyel çağın sınıf savaşı dogmasına dahil olmayan diğer anarşistler basitçe, anarşistlerin sol ile bağlarını tamamen kestiklerini görmek isterler. Bu kopuş tahminen onları devrimci ulusçular ve yerli özerklik mücadelelerinin çekimiyle dayanışmanın bütün siyasal yüklerinden özgürleştirecekti. Anarşist hareketin, yeni sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadeleler hakkındaki uluslararası rolüne ve sorumluluğuna dair yukarıda değinilen iki yorum bir devlet karşıtı özentiliğin fikirleri değildir. Onlar kuzey Amerika sahnesinde iki en güçlü eğilimi temsil etmektedir.
Bütün uluslar devlet değillerdir. Aslında günümüzde yaklaşık 1600 ulus mevcut (dünyadaki devletlerin yaklaşık sekiz katı). Ve Sylvia Wably’nin “Ulus devlet miti” isimli denemesinde işaret ettiği gibi, “ulus devletler aslında nadir var olabilen toplumsal ve siyasal biçimlerdir... bir çok devlet var fakat ulus devlet olan çok az. İtina ile kuşatılmış-sınırlandırılmış toplumların olduğu kavramı …yetersiz.” (Sylvia Wably, “The Myth of the Nation- State: Theorizing society and polities in a global era” British Sociological Association, Ağustos 2003.) Pek çok farklı devlet tipi vardır: teokratik devletler (Vatikan, İran), şehir-devletleri (Singapur, Lüksemburg), ailesel devletler (Suudi Arabistan), kabile-devletleri (İsrail), çokuluslu devletler (Kanada ve İspanya) ve süper-devletler (Birleşmiş Milletler). Her devlet tipi tarihinde çeşitli halklara karşı cürümlere bulaşmıştır. Avrupa aydınlanmasından beri devletlerin kendilerine bağlamayı başardığı bu çeşitli toplumsal gruplaşmalar sol tarafından geriye dönük ve atavistik olarak anlaşılaktadırlar. Dünya halklarının aileler, aşiretler, kabileler ve ulusları aşmaları ve evrensel insan kimliğinin ilkelerini benimsemeleri gerektiğini iddia ederler. Gerçekte, solun evrensel diye öne sürdüğü toplumsal ideallerin pek çoğu kültürel anlamda 19. yüzyıl Avrupası içinde konumlanmıştır.

Küstahlığın Siyaseti
Her ne kadar bu anarşizm 1800’lerde Avrupa’da doğan belirli bir toplumsal ve siyasal hareketi anti-otoriterlik ise baş görtemeye bazı biçimlerde hemen hemen her toplumda son bir kaç yüzyılda başlamış bir siyasal eğilimin geniş bir tanımına gönderme yapıyor olsa da Kuzey Amerikalı anarşistler için siyasal etiketlerini anti-otoritere eş anlamlı olarak kullanmak alışılmıştır. Ana akım otoriter tanımı, “otoriteyi; halka karşı anayasal olarak bir sorumluluğu olmayan bir liderde ya da bir seçkinde iktidarın toplanmasıyla ilgili olarak körü körüne itaat etmeyi” (Merriam-Webster Online Sözlük www.m-w.com/cgi-bin/dictionary?book=Dictionary&va=authoritarian&x=0&y=0) onaylayan kişi olarak tanımlar.
Şimdi, otoriteye “körü körüne itaat”e ve açıklanamaz bir liderde “iktidarın toplanması”na karşı olan dünya sahnesindeki yegane halk kesinlikle anarşistler değildir. Fakat bu tanımların kolaylıkla birbiriyle değiştirilebilirliği daha geniş bir tavır meselesinin bir sonucudur. O tavra göre beyaz-olmayan mücadele mirasları ve devletsiz tarihlerimiz, komünal varoluş tarzlarımız ya en iyi ihtimalle şu anki devlet ve şirket tahakkümüne karşı mücadelelerle ilgisizdirler ya da en kötü ihtimalle bir kenara bırakılması gereken engellerdir.
Bu tavır sadece anarşizmi değil bütün baskın Avrupa siyasal geleneklerinin entelektüel tarihini de etkilemiştir. Fakat eğer kendini hiyerarşik olmayan, özgür ve baskıcı olmayan toplumsal ilişkilerin tarihsel hareketiyle özdeşleştirenler bizler, mücedelemizi hem içeriden hem de dışarıdan anlama şeklimizi temelinden yeniden düşünmeye başlamazsak, uluslararası desteklerimizi kaybedeceğiz ve eve daha yakın olanları uzaklaştırmaya devam edeceğiz.
Keyfi güç kullanımına karşı yüzyıllardır süren mücadeleyle ilişkili farklı bir anarşizm anlayışına, sayısız tarihsel ve güncel komünal toplumların ve otoriteye karşı mücadeleleri dahil olduğu küresel ailenin en yeni üyesi olarak bakmak lazım. Ibo’nun köy komünalizmi ve Zuni ve Hopi gibi İlk Uluslar ailenin üyelerinden. Kendi kendini yönetim için süren Batı Papua’da ve Meksika’daki EZLN ile Chiapas’ta süregelen yerli özerklik hareketleri de ailenin bir parçasıdırlar. Uluslararası hapishaneleri ortadan kaldırma hareketi, tıpkı az sayıdaki devletsiz avcı ve toplayıcı çeteler, klanlar ve göçebe kabilelerin yüzyıllarca ordular, bayraklar ya da para sistemleri olmaksızın hayatta kalmaları gibi muhtemelen devletlerin adli idare tekellerine yönelik derin anti otoriter akımlara sahipler.
Anarşist hareketler otoriteye karşı mücadelede bir parça rol oynadı. Nispeten kısa sürmüş olsa da, bazı kahramanca vakalar 1930’lar boyunda İspanyol CNT ve FAI muharebelerini ve ondan elli yıl önceki Paris Komünü’nü içeriyor. Tüm kayıtlar gösteriyor ki Kuzey Amerikalı anarşistlerin, uzun süreli devletsiz, toplumsal oluşumları sürdürmeye dair pek tecrübeleri olmadı. Fakat teorisini ve bol bol “analizini” ürettiler. Ve küresel güneyin anti-otoriterlerinin, anarşizmin işçici zihniyetini benimsemelerini ve tarım öncesi toplumlarının nasıl yaşadığına dair bazı kavramlara uymalarını talep ederlerken, bu çok meşgul entelektüalizm bizim ulusal özgürleşme mücadelelerimizi “devletçi” ve “reformist” olarak küçümseyip burunlarını havaya diktiler. Bunu bağlam içine yerleştirmeye yardımcı olmak için geleneksel anarşist dünya görüşünü evrenselci dayanaklarını ve onun yandaşlarının kendi hareketlerirni Avrupalı olmayan dünyayı saran diğer mücadelelerle ilişki içinde nasıl anladıklarına bakmak önemlidir.

Sömürgeci Evrenselcilik
Soldaki evrenselciliğin eleştirisi çoğuna bir tarih hatası gibi görünecektir. Herşeyden önce, eğer postmodern toplumsal felsefenin herhangi bir elle tutulur bir siyasal dürtüsü varsa, bu insan doğası, ilişkileri ve iktidara dair temelci iddialara ve bütünselci teorilere bir karşıtlık içindedir. İkinci dünya savaşı sonrası altmış yıldır evrenselciliği karşı düşünce ve eylemlere rağmen, hâlâ tarihsel materyalizmin en avrupa merkezli yönlerini bırakmayı reddeden pek çok inatçı anarşist var.
Marx’ın kapitalizm eleştirisinin, kendilerini Marksist olarak tanımlamayı seçenlerin ötesinde etkili bir tarz bıraktı. Solda, bu, sınıf çatışmalarını tarih sahnesinin merkezine koyan analizi teşvik etti. 60’ların sonlarındaki kimlik hareketlerinden önce bu analizler, ırkçılığı ve diğer tarihsel baskıları sınıf çatışmalarının alt başlıkları olarak tanımlayacaktı. Fakat bu hareketler sınıf çatışmaları ortodoksluğunun bazı dogmalarına meydan okumaya başladıktan sonra bazı doğru bazı düzenlemeler yapıldı.
İlerlemeciler daha çok şirket küreselleşmesine ve onları koruyan uluslararası kuruluşlara odaklansalar da çokkültürcülüğü kucakladılar. Marksistler modern öncülerin siyah ve esmer çalışan sınıflar olduğunu savunarak devrimci ulusçuluğu desteklediler. Liberaller bile refah devletinin son artıklarına tutunmaya çalışırken toplumsal, kültürel ve dini farklılıklar için sınırlı düzenlemeler yapan bir kültürel çoğulculuğu savundular. Anarşistler, beyaz ırk üstünlüğüne ve kültürel emperyalizm mirasına cevap olarak merkezin solundaki bu tür geniş ölçüde reddettiler, fakat kendilerininkini geliştirmekte başarısız oldular. Varsayılan, katı bir yüzyıl ve bazı marksistlerin bile terk ettiği bir yarı eski ekonomik belirlenimcilik oldu.
Evrenselciliğin anarşistler tarafından kucaklanması, onların önemli meseleler ve olaylara dair analizlerine belirgin bir etki etti. Emperyalizmin ekomomik olarak hareket ettirilen bir sermaye rejimi olarak yorumlanması ve ulusçuluğun niteliksel olarak geriletici ve parçalayıcı olduğu görüşü evrenselciliğin içsel mantığına çok şey borçuludur. Eğer emperyalizm, kapitalist piyasanın genişlemesi ve özel işletmelerin ham madde sömürüsünün ile olduğu kadar kültürel hegemonya veya jeopolitik hamimiyet ile ilişkiliyse, o zaman belki uluslararası bir işçi devrimi, dünyanın mazlumlarından önce gelen veya en önemli temel görev olmayabilir. Eğer uluslar ve ulusal kurtuluş hareketleri enternasyonalizmin zorunlu olarak devletçi bir anti tezini değil de, bazıları kendi yaşamlarını sürdürmek için mücadele etmeye gönüllü olan, ortak bir toprağı, ortak bir kültürü ve dili olan insanların yalnızca başka bir toplumsal gruplaşmasını temsil ediyorsa, o zaman belki anarşistler ulusçuluğa karşı duruşlarını bir kez daha oturup düşünmeleri gerekir.
Avrupa evrenselciliği hiçbir zaman gerçek anlamda ortak insanlığımızın tanınması olmadı. Pratikte beyaz, Hristiyan kültürünün belirli normlarının, önyargılarının ve ideallerinin, yeryüzündeki insanların geri kalanına kimi zaman ekonomik tahakküm, kimi zaman kültürel emperyalizm, kimi zaman da kaba kuvvet yoluyla zorlanması ile alakalı oldu.
Hırisiyanlık alemi, evrenselciliğe yönelik itirazları, haçlı seferlerinin ve “imansızlar”a ve dünyanın çeşitli kısımlarındaki halkların sürdürdüğü kendi geleneksel dinlerine karşı zulmün bir gerekçesi olarak kullandı. Evrenselcilik, sol evrenselcilerin, kitlelelerin ulusal ve komünal kimlikleri soyup işçici olanıyla değiştirmek arayışındaki kitlesel toplumsal mühendislik projeleri için bir güzel insani bir kılıf sağladı, çünkü Murray Bookchin’in işaret ettiği gibi, “sınıf toplumunu ortadan kaldırmak için evrenselliğie ulaşmaya gereksinim” vardır. (Murry Bookchin, “Ulusçuluk ve Ulusal Sorun” www.democracynature.org/dn/vol2/bookchin_nationalism.htm March 1993 P.1)[3]
Bu görüş altında, evrensellik ve sınıf mücadelesinin önceliği, kapitalist düzeni alaşağı etmek için stratejik bir gerekliliktir. Bu, tarih çalışmasından ve analizinden, insanların koşullarından ve kültürlerinden çıkıp gelen bir sonuç değildir. Bu aşamada, beyaz olmayan ırklardan anarşistlerin, otonomistlerin, kölelik karşıtlarının ve anti otoriterlerin güçleri, beyaz olmayanları tarihsel özneler olarak görme zahmetine asla girmemiş teoriler tarafından silinip süpürülmeye yetmez. Bizler beyaz solcuların siyasi sahneleme sanatlarının safi birer sahne malzemesi değiliz.
Siyasal evrenselcilik İngiliz-Avrupalı sömürgeciliğin felsefi kalıntılarının bir parçasıdır. Bugün, buna Amerika Birleşik devletlerinin orta doğuda ve dünyanın diğer yerlerindeki demokrasi dayatma girişimlerinde şahit oluyoruz. Bu görüşün sorunlarından birisi, “tüm insanlık için doğru diye tutunulan baskın bir kültüre ait tecrübeler, değerler ve beklentiler vasıtasıyla hegemonik bir varoluş görüşü sunmasıdır” ve bu “emperyal hegemonyanın hayati bir özelliğidir çünkü sömürgenin daha geniş kapsamlı, bir sömürülüşünü maskeleyen, sömürgeleştirilenin ilerlemesi ve ıslah edilmesini hedefleyen emperyal söylemin altında ortak insanlık varsayımı yatar.” (Bill Ashcroft, Gareth Griffiths ve Helen Tiffin. Post Colonial Studies: The Key Concepts. Routledge New York, NY 2000).
Sıkça sorulan sorular (FAQ-Frequently Asked Questions) websitesi projesinin arkasındaki anarşistler, anarşistlerin “ulusçuluğun tüm biçimlerine karşı olduklarını çünkü verili bir ulusu ve onun kültürel kimliklerini inşa edenlerin çıkarlarına ters düştüklerini” (Anarşistler Ulusçuluğa karşı mı? Anarşist FAQ Alternatif Medya Projesi www.infoshop.org/faq/secD6.html) beyan ettiklerinde, onların sömürgeleştirilmiş olanlar için neyin en iyisi olduğunu sömürgeleştirilenlerin kendilerinden daha iyi bildiklerine dair kanaatlerinin bir yansıması olan bu duyguların bariz yukarıdan bakışlarla dolu olduğunu fark ediyoruz.

Sınıf Savaşından Başka Savaşa Hayır
Antonio Gramsci’nin 1920’ler ve 30’larda yazdıklarından beri sol, işçinin devrimci pratikteki rolü üstüne yeniden düşünüyor. Sınıfın tabi kılınmasında kültürel hegemonyanın anahtar role sahip olduğunu ve ekonomik ve siyasal yapıları değiştirmek için kültürü aktaran kurumları –okul, kilise, medya, vs.– devralmamız gerektiğini savunmuştu. Ortodoks marksizmin ekonomik belirlenimciliğinden bazılarının adlandırmasıyla “kültürel marksizm”in kimliksel çoğulculuğuna bu yön değişimi, vurguyu işçiden uzaklaştırıp, kadınları, ırksal ve cinsel azınlıkları ve dışlanmışları içeren geniş bir marjinalleşmişler grubuna doğru bir yön değişimine öncülük etmişti. Bu düşünüşün marksist örgütlerin ve rejimlerin 90 yıl boyuca süren işleyiş tarzları üstünde küçük bir etkisi olmuştu. Amerika Birleşik Devletlerindeki Spartakistler Birliği gibi gruplar uzun yıllarını siyah ulusçuluğunu ve feminizmi “küçük burjuva” ve “ayrılıkçı” olarak değersizleştirerek ve ırkçılık, cinsiyetçilik ve diğer toplumsal hiyerarşi sistemlerine dair (bunları kapitalizmin ürünleri ve böl ve fethet taktikleri olarak gören) kendi sınıf analizlerinin beyaz olmayan ırklar ve kadınlar için, bizim beyaz üstünlüğünün nasıl gerçekleştiğine ve patriyarkanın üstümüzdeki tahakkümü nasıl sürdürdüğüne dair çalışmalarımızdan daha geçerli olduğunu iddia ederek geçirdiler. Çoğu Marksist grubun LGBT kurtuluş hareketi üstüne daha da kötü bir sicili oldu.
Mao’nun Çin’deki köylü önderliğinde gerçekleşen kültürel devrimine yönelik Kruşçev’in tutumu, sovyet komünizminin dogmalarını sorgulamaya cüret eden bir Asyalı liderle dava ortaklığı yapmaktaki yetersizliğini kısmen yansıtır. İngiliz Guardian gazetesinin kaydettiği gibi, “Mao, Sovyetlerin Çin’e yönelik üstünlük varsayımına derin bir şekilde kırılmış, bunu “bir babanın oğluna yönelik” kabul edilemez davranışı olarak tanımlamıştır.” (John Gittings, “The day Khrushchev and Chairman Mao saw red Spitting images mark the end of the Sino-Soviet alliance.” The Guardian (UK) 27 Kasım 2001). Murray Bookchin gibi anarşistler tarafından, Marksistlerin ulusçu hareketlere desteklerinin ideolojik değil stratejik olduğu iddia edildi. Bu aşamada, dünyadaki iki en güçlü ve kalabalık nüfuslu komünist ülkenin kapitalist dünyaya, Avrupalı materyalist entelektüel büyük çiftlikten çok uzakta yolunu kaybetmiş beyaz olmayan rejimleri kabul edememiş sömürgeci mantığa karşı geniş ölçüde birleşmekteki başarısızlıklarını stratejinin lanetlenmesine bağlayabiliriz.
Kuzey Amerikalı anarşizmin en örgütlü unsurları bugün sınıf savaşı temelli ve ulusçuluk karşıtıdırlar. Kuzeydoğu Anarko-Komünistleri Federasyonu (NEFAC) “anarşistlerin ulusçuluk fikrini reddettiklerini” ve bunun yerine “sınıf savaşını sürdürmeye inadıklarını” beyan ederler. (Northeast Federation of Anarcho-Communists. nefac.northernhacking.org/newswire/display_any/94 Kasım 2002). İşçi Dayanışması İttifakı ulusçuluğu “zenginle yoksulun bir şekilde aynı bayrağa sarılabileceği ve böylelikle aynı çıkarlara sahip oldukları fikri” ile eşitlerler. (Against the Madness. Workers Solidarity Alliance. flag.blackened.net/revolt/issues/war/afghan/statements/wsa_se01.html.) Elbette sınıf savaşımı anarşistleri sömürgeci emperyalizmin kurbanlarını sarmalamaya girişirler ve bundan faydalananlar da hep birlikte sanki her ikisi de aynı çıkarlara sahip olan aynı bayraktakilerdir. Bu tersine dönünce, beyazlar için, emperyal ırk ayrıcalıklarını terk etmek zenginler için sınıf ayrıcalıklarını terk etmek kadar zordur.
Sınıf savaşı anarşistleri, sınıfsal tabakalaşmanın önemini, başka toplumsal hiyerarşilerin yanı sıra onaylamak ve bunların her birisinin toplumsal bağlama bağlı olarak diğerleri gibi potansiyel olarak baskıcı ve sömürücü olduğunu kabul etmekten ziyade, sınıf savaşını birincil mücadele ve işçiyi de mücadelenin birincil faili haline getiren bir zulümler hiyerarşisini benimsediler. “Sınıf Savaşından Başka Savaşa Hayır” popüler sloganı pek çok beyaz solcunun derin bir tarihsel hakikati hâlâ inkar içinde oldukları hakikatini gizlemektedir. Beyaz seçkinler ve onların enayileri, maşaları, failleri ve müttefikleri yüzyıllardan beri beyaz olmayan ırklardan insanlara karşı bir ırk savaşı sürdürmektedirler. Farklı ırklardan ortak bir kültürü, dili ve toprağı paylaşan insanlar, kendilerini savunmayı bir öncelik kılmanın zamanı geldiğine karar verdiklerinde, anarşistler bize diyorlar ki “tahakküm altındaki ülkenin empertalist üstündeki zaferini asla talep etmiyoruz. Bunun yerine bu ülkelerin işçilerinin hem yurtlarındaki hem de dışarıdaki sömürücelere karşı zaferini talep ediyoruz (“sınıf savaşından başka savaşa hayır”ın sonucu olarak). “Anarşistler Ulusçuluğa Karşılar mı?” (The Anarchist FAQ. Alternative Media Project. www.infoshop.org/faq/secD6.html)
Eğer beyazlardan farklı ırklardan topluluklar anarşistlerce sırf onların “haklarının” tanınmasından fazlası yapılmaksızın sayılamazlarsa, o zaman muhtemelen bütün anarşistlerin farklı ırklardan topluluklardan umabilecekleri onların IMF’nin her toplantısına karşı protesto etme hakkına sahip olduklarıdır. Eğer dayanışmanın bedeli, kendi komünal kimliklerimizi terk etmek ve bizler için sol kanat Avrupalı elitlerin 150 yıl önce yaratmış olduğu kimliği kabul etmekse o zaman dünya çapındaki otoriteye karşı öteki hareketlerle daha yakın ittifakların gelişmesini umut etmek kaçınılmaz olarak mahkum olur.

Anti-Emperyalist Ulusçuluk Karşıtlığı
Pek çok anarşist, Avrupalı-Anglo sömürgeci tahakkümüne karşı yerli ya da ulusal kendi kendini belirlemenin karşıt olduğunu kabul etmenin kendi anti otoriter ilkelerine ve ırkçılık karşıtlığına duydukları bağlılığa ihanet olduğunu kabul etmektedir. Bu yüzden, küresel güneydeki hareketlerin yeterince anarşist olmadığına dair anarşist inancın yazar savunucularının devam ettirdiği bütün parmak sallamalara rağmen, kendi kendini yönetmeyi amaçlayan ulusal hareketlerle anarşist dayanışmanın uzun bir tarihi vardır. Kuzey Afrika’lı anarşist aktivist Lucien van der Walt, “Anarşist Anti-Emperyalizmin Bir Tarihine Doğru”[4] isimli denemesinde ulusal mücadele içinde yer almış pek çok anarşisti ayrıntılarıyla anlatır. Cezayir Kökenli Anarşistler Grubu gibi grupların Meksika Liberal Partisi ve başka anti-emperyalist anarşistlerin “emperyal tahakküme ve denetime karşı koyuşlarını kendi kanlarıyla ödedikleri"nden bahseder (Lucien Van der Walt, “Towards a History of Anarchist Anti-Imperialism”, Northeast Federation of Anarcho-Communists. nefac.net/node/261).
Hakkında yazdığı hareketler ve örgütlenmeler genellikle hem toplumsal devrim hem de ulusal kurtuluş için kendi mücadelelerini veren beyaz olmayan ırklardan aktivistlerden oluşuyorlardı. Bu aktivistlerin yapmadıkları şey ulusçuların yanında mücadele etmeyi reddetmekti çünkü sınıf savaşının en önemli şey olduğuna ya da yalnızca bağlandıkları mücadelenin buna değer olduğuna inandılar. Kendi halklarını fabrika partonlarından kurtulmaya ikna etmeye çalışmadılar, onların öncelikleri karşısında, daha büyük bir önceliğe sahip olan, nereye gidebileceklerini, ne zaman gidebileceklerini, inançlarını nasıl yaşayabileceklerini ya da yaşayıp yaşayamayacaklarını ve kendi topraklarında başka şeyler arasında ne üretebileceklerini denetleyen sömürge yöneticilerinden kurtulmak karşısındaki onlarınki daha az öncelikliydi. Bu ülkelerde görece ayrıcalıklı bir sınıf olan kentli işçilerle orta sınıflar arasında kendi uluslarını kutuplaştırarak sınıf savaşına yönlendirecek bir nefreti kışkırtmaya çalışmaya zaman harcamadılar. Sömürgeci efendilerin her iki grubu da denetlediğini ve içsel bölünmeleri kendi hakimiyetlerini tahkim etmek için kullandıklarını biliyorlardı. Bunun yerine sınıfların aynı zamanda onların ezilmesine nasıl katkıda bulunduğunu ve ulusal kurtuluşun nasıl zorunlu olarak bu meselelere hitap etmesi gerekmeyeceği hakkında kitleleri eğitmek için çalıştılar.
Emperyalistler ekonomik denetim ve askeri müdahalenin, yerli toprağı üstündeki askeri üsler ve sömürge yönetimlerinden daha etkili tahakküm araçları olduğuna karar verdiklerinde, ulusal kurtuluş mücadeleleri sona ermez. Emperyalist iktidarlar kendi kukla rejimlerini ve şirket piyasalarını pekiştirmekle meşgul oldukları zaman erken bağımsızlık yoluyla devam ederler. Bölgesel askeri birimlerin ve özelleşmiş orgütlü çıkarların yanı sıra Neoliberal ekonomik baskıların dayatmaları ve IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi örgütlerin yaptırımları yoluyla devam eder. Ve eğer, ve ne zaman bu mekanizmalar yeterli olmazlarsa, Güvenlik Konseyi ya da Amerika Birleşik Devletleri ordusu oraya adımını atacaktır. Bu bir halka ve onların kurtuluş mücadelelerine adanmakla ilgilidir. Bu adanma, dayanışmayı, sömürgeleştirilenler arasındaki doktriner bir boyun eğmenin mükafatı olarak değil, hepimizin bazı dayatılmış batılı özgürlük ve eşitlik idealleri içinde değil, farklı halkların kendi ilişkilerini nasıl düzenleyeceklerine kendileri adına karar verdikleri, kendileri tarafından belirlenmiş bir özgürlük içinde hepimizin nasıl yaşayabileceği hakkında insanlar arasında ve kültürleri kapsayacak bir söylem olarak görmek anlamına gelir. Bu, anarşistlerin daima mutabık kalmaları gerektiği ve öyle olmadığımızda, bu toplumlardaki ekseriyetle bizimki gibi tasavvurlara bağlananları desteklememiz gerektiği anlamına gelmez.

Ulus ve Devlet
Anarşistler her zaman ulusçu argümanlara kapalı ya da asla sınıf savaşı temelciliğini sorgulamıyor değiller. Hakim Bey, Millenium isimli kitabında anarşistlerin kendi otoriteye karşı mücadelelerinin yanında dünya genelindeki sömürge karşıtı ve ulusçu hareketleri desteklemelerini önerir. (Bkz. şu bölüm “Notes on Nationalism” Hakim Bey, Millennium, Autonomedia & Garden of Delight. 1996). Bob Black sendikalizm içindeki anarşist işçi devrimciliği idealinin Kuzey Amerikadaki işçilerden ziyade üniversite hocaları arasında daha popüler olduğunu doşru bir şekilde gözlemlemiştir. (Bob Black, Anarchy after Leftism, Cal Press 1997 s. 149). Hatta Bookchin bile 1971 tarihli “Dinle Marksist!” isimli denemesinde, sınıf savaşı temelciliğinin çarpıcı bir eleştisini yapmış ve “Marx’ın endüstriyel proletaryanı devrimci değişimin ‘faili’ olduğu vugusunu ve onun sınıflardan sınıfsız topluma geçişi açıklayan ‘sınıf analizini’ günümüz bağlamı içinde hatalı olduğunu savunmuştur. (Murray Bookchin, Post Scarcity Anarchism, Ramparts Press, 1971, s. 211). Problem şu ki bu yazarlar ve diğerleri, ya ister kirli çamaşırları açığa çıkardıkları ama alternatifler önerme zahmetine girmedikleri (Black gibi) eleştirinin güvenli gölgesinin arkasına saklanırlar ya da evrensel işçi kadar sömürgeci olan alternatiflerle gelirler (Bookchin bize evrensel yurttaşı verir).
Fakat daha da büyük bir problem var. Bu eleştirmenler ve teorisyenler yalnızca sömürgeci olmayan alternatifler önermekte başarısız olmakla kalmazlar, gerçekte beyaz olmayan aktivistler ve anarko feministler arasındaki kendi öz kimliklerimizin tahakkümünden kurtulmaya cesaret eden çabaları def edecek zamanı da bulurlar. Black, anarko-feminizmi “eğilim olarak ayrılıkçı” olarak niteler, “anarşizmden ziyade devletçi feminizme meyilli” olarak def eder. (Black, s.150). Bookchin “Ulusçuluk ve ‘Ulusal Sorun’” isimli denemesinde, 1960’lardaki “Yeni Sol’un potansiyel bir humanitas (Avrupalı olarak okuyun) evrenselciliği yerine ırkçı siyasetlerin dejenere ettiği partikülarizmi[5] kucaklamasına... siyahları, sömürge halklarını ve hatta totaliter sömürge uluslarını teorik piramidin tepesine yerleştirmesi ve onları beyazlar, Avro-Amerikanlar ve burjuva demokratik uluslar ile ilişkilerinde “hegomonik” veya yönetici bir konuma çıkarması”na ağıt yakar. Ve ekler, “1970’lerde bu partikülaristik strateji belli bazı feministlerce de benimsendi.” (Bookchin. Nationalism and the National Question s. 11)
Bookchin’in, siyahların ve “sömürge halklarının” bazı teorik yeni sol piramidinin tepesini işgal ettiklerine dair iddiası, Amerika Birleşik devletlerindeki, siyahların bütün fırsatları elde ettiklerine ve onların kendi koşullarının nedenlerinin, kurbanları oldukları birleşik feodal sistemle olduğundan daha çok pozitif ayrımcılıkla alakalı olduğuna inandırılmış yoksul beyazların klişelerini andırıyor. 1970’lerin başlarında Yeni Sol’daki herhangi bir beyaz radikalin tarafından siyah, esmer, kızılderili ya da sarı devrimciler dediklerimize Bookchin gibi entelektüellerden daha fazla dikkate gösterilmesi o ölçüdeydi, çünkü devletin, kapitalist baskının ve sömürünün dünya genelindeki başlıca kurbanları ve en büyük hedefinin beyaz ırklardan olmayan topluluklar olduklarını fark etmiş olmalarından ötürü onların seslerinin ciddiye alınması gerekliydi.
Açıkça ifade edilmiş alternatiflerin yokluğunda, neden pek çok beyaz anarşistin bu dar işçi devrimi kavramlaştırmasına yapıştığını anlamak zor. Ulusçuluğun kendi çalışmalarına karşıtlık içinde olduğunu hissediyorlar çünkü tarihsel olarak onun Avrupa ve Anglo kökenli tezahürleri emperyalizmle ve ırkçılıkla o kadar sıkı sıkıya bağlıydı ki, onlara göre, devrimci bir seçenek değildir. Fakat tüm ulusçulukların sınıfsal devrime karşı algılanan düşmanlığı yüzünden kategorik olarak reddedilmesi anarşist entelektüel tarihin zorunlu bir sonucu değildir.

Bakunin
Bakunin, siyasal yaşamının çoğunluğu açısından devrimci bir pan-Slav milliyetçisi ve anarşist olarak tanımlanabilirdi. Kendi anti-emperyalizminin ve anarşizminin bir çatışma içerisinde olduğuna inanmıyordu. “Hiç kimsenin kendi, kıyafetlerini, geleneklerini dilini ve yasalarını dayatmaya yetkili olmadığını” beyan ederken “zulmün herhangi bir biçimine karşı her türlü ulusal ayaklanmaya kuvvetli duygudaşlık” hissetmişti. (alıntı D. Geurin, 1970, Anarchism, Monthly Review, s. 68) Bakunin, kendi kendini yönetme meselesinde bilinemezci değildi. Bunun için mücadele eden insanları açıkça desteklemişti.
Bakunin, sadece kendi kendini yönetmeyi desteklemekle kalmadı, bir ulusla devlet arasındaki farkı da ayırt etti. “Devlet anavatan değildir, anavatanın... soyutlanmasıdır. Her ülkenin ortak halkı kendi anavatanlarına derin bir sevgi besler, fakat o doğal ve gerçek bir sevgidir. İnsanlardaki vatanseverlik sadece bir düşünce değil, bir gerçektir; ama siyasal vatanseverlik devlete duyulan sevgidir, gerçeğin inançlı bir ifadesi değildir...” (“The Political Philosophy of Bakunin” Yayına haz. G.P. Maximoff. The Free Press, New York, 1953 s. 324). Ulusçuluk devlete tapınmak değildir, çünkü bir halka ve o halkın kendi topraklarına, kültürlerine ve dillerine duyduğu sevgiye atıfta bulunur.
Bu, ‘çeşitlilik’ çağından önceydi bundan dolayı Bakunin, insanların övmek için kendi ulusal kültürlerini korumaya yönelik bağlılıklarında herhangi bir şey görmedi. Ama o ulusal karşıtı olmanın anlamsız olduğunu bilecek kadar akıllıydı. “Bu sebepten gelenekleri, tarihi selamlıyoruz, ya da daha ziyade onları tanıyoruz, bize metafiziksel, hukuksal ve siyasal olarak karşımıza çıkarılmış soyut engeller olarak göründüklerinden değil... aslında yalnızca ete ve kemiğe, gerçek fikirlerin içine ve halkların iradesine geçtiği için.” (age.)
Bakunin’in itiraz ettiği şey ulusallığın temeliydi, çünkü evrensel olmadığını hissetmişti. Sömürgeciliğe karşı ulusal mücadelelere giderek daha hoşgörüsüz hale geldi, çünkü bu hareketlerin Avrupa’da baştan başa ulusal şövenizme ve nefrete nasıl ilham verdiğini gördü. Onun gittikçe artan enternasyonalizmi ve işçi dayanışmasına bağlılığı, kendi kamusal yaşamının sonuna doğru onunla ulusal kurtuluş savunuculuğu arasına mesafe koydu. “İnsanlar için, kurmaca ulusallık ilkesini tüm insanların emellerinin ideali olarak savunmaktan daha saçma ve aynı zamanda daha zarar verici, daha ölümcül başka birşey yoktur, ulusallık evrensel bir insan ilkesi değildir.” (Maximoff s. 325). Bakunin’in ulusçuluk eleştirisinin Avrupa içi çatışmalar bağlamı içinde olduğunu unutmamak önemlidir.
Gerçek enternasyonalizm ulusçuluk karşıtlığı değildir. Ulusların arasında karşılıklı saygı, dayanışma ve ittifak yaratmaya çabalayan yapıcı bir idealdir. Sınıf seçkinlerinin ırkı, dini, cinsiyeti, göçmelerin durumunu, cinselliği, yaşı ya da sakatlığı insanları ulus adına bölmek için kullanmaya kalkıştığı mesafeye gelindiğinde anarşistlerin buna karşı durması gerekir. Fakat pek çok ulusal mücadele vardır ki bunlar kendi kendini yönetmek ve insan haysiyetiyle ilgilidir, bölünmeyle değil. İnsanın aklına Porto Riko’daki sömürge karşıtı hareketle birlikte Filistin mücadelesi geliyor. Anarşistler bu hareketler içinde devletçi elementleri büsbütün eleştirebilirler. Ama diğer taraftan, beyaz olmayan ırklardan insanların ulusal birliğine bu cepheden karşıtlık, emperyalizme karşı mücadelemizde birçok anarşisti, devlet olmayan Chiapas, Meksika gibi yerlerdeki özerklik için yerli hareketlerini veya Sri-Lanka’daki özerklik için Tamil mücadelesini bile desteklemeye gücü yetmez hale getiriyor.

Rocker
Eğer 19. yüzyılda anarşizm ve milliyetçilik ilişkisi etrafında bir düzeyde belirsizlik var idiyse bile, bu belirsizlik Rudolf Rocker’in Milliyetçilik ve Kültür adlı eseriyle sona ermiştir. 1930’larda yazılan kitap, Avrupa’nın yurtdışındaki faşist emperyalizmine ve yurtiçindeki ırksal nefrete verilen yerel halk desteğinin güçlenmesinde ulusçu çağrıların oynadığı rolü vurguluyordu. Ayrıca, organik bir toplumsal gruplaşma olarak ulus olma mitolojisine de meydan okudu. “Ulus sebep değil, devletin sonucudur. Ulusu yaratan devlettir, devleti yaratan ulus değil.” diye yazmıştır. (Rudolph Rocker. Nationalism and Culture, Black Rose Books, 1998 (Yeniden basım), İlk basımı 1937 s. 200).
Ulus bir inşadır. Ulusal kökenlere dair kan ve toprak hikayelerine baş vuran siyasal liderler böyle yaparlar çünkü onların gerici (reactionary) ulusçuluklarının kökleri ırkçılık ve emperyalizme yönelik çağrıların içindedir ve bu yüzden biyolojik bir toprak bağına ihtiyaç duyarlar. Fakat, ulusların insan eylemleriyle geliştirildiği gerçeği onların sahiciliğini geçersiz kılmaz. Keza, kabileler de insan yapılarıdır, tıpkı aileler, zümreler, v.b. gibi... Farklı toplumsal gruplaşmaların yararlılıklarına dair karar vermenin tek yolu, onların dayanıklılığını ve insanlar arasındaki hayatta kalmalarını ve büyümelerini mümkün kılan kalıcı türden bağları destekleme eğiliminde olduklarını gözlemlektir. Aileler ve etnik temelli kabileler, insanlık tarihindeki en önemli üç devrimde –tarım, endüstri ve bilgi çağı– hayatta kalmışlardır. Uluslar daha yeni bir gelişmedir. Bu inşanın, küreselleşme ve kimilerinin ‘yeni dünya düzeni’ olarak adlandırdığı şeyden sağ çıkıp çıkmayacağını, sadece zaman gösterecek.
Rocker için Avrupa’nın orta çağ özgür şehri “Avrupa kültürünün tamamen batmaktan korunduğu ve doğan krallığın siyasal etkisinin uzun süredir hapsedildiği, kentsel olmayan ülkede o muhteşem federalizm dönemini...” simgeler. (Rocker s. 2). Bu çağı monarşik ulus-devletin yükselişiyle karşılaştırarak ve orta çağdaki özgür şehirlerin Avrupa’lı insanları arasında “Avrupa’da ulus devletlerin ortaya çıkışıyla yükselmiş, o katı, üstesinden gelinemeyen bariyerler hiç var olmamıştı...” iddiasını ortaya atar. (Rocker s. 3).
Rocker’ın, ulusun yükselişi ile özerk, federe orta çağ şehirlerinin altın çağını karşılaştırması pek yararlı olmadı. Bunun sebebi, ikisinin farklı şeyler olmasıdır. Şehir coğrafi bir ünvandır; il, yurt veya ilçe gibi. Ulus ise insani bir ünvandır; aile, kabile veya çete gibi. Bu ayrım önemlidir, çünkü biz kendimizi siyasetimiz yoluyla sınıflandırdığımızda, bu beyaz olmayan ırklardan anarşistlerin kendilerini içinde buldukları ikilemi keskinleştirir. Rocker, ulusçuluğun üzerine kapıyı çarptığından beri, beyaz olmayan anarşistlere ulusumuz (veya halkımız) ile toplumsal felsefemiz arasında seçim yapmaları söyleniyor. Bu seçim, şehirlerin ilçelerden daha iyi toplumsal örgütlenme birimleri olduğunu düşünüp düşünmememizden çok daha derin ve sonucunda gereksiz. Bu seçim ayrıca bazılarının anarşizmi terk etmelerine de sebep olmuştur.
Rocker’ın, evrenselciliğin sömürgeye ait karakteriyle ve ulusçuluk karşıtlığının inşasındaki rolüyle ilgili, kitabındaki belki de en iyi resmedilmiş pasajı, orta çağ insanını birbirine bağlayan sosyal yapıştırıcı tanımlamasında bulunabilir. “Orta çağ adamı, kendisinin bir tane, tektip kültüre bağlanacağını hissediyordu. Bu, dağılmış tüm Hıristiyan dünyası birimlerini içeren ve onları ruhani olarak birleştiren, Hıristiyanlık topluluğuydu.” (A.g.y.) Buraya kadar tamam. Ama vurucu noktaya gelince... “Kilise de keza imparatorluk gibi evrensel düşünceye köklerini salmıştı. Papa ve imparator için Hıristiyanlık, yeni dünya hakimiyetinin kavranması için gerekli ideolojik temeldi... Orta çağ adamı içinse muhteşem, ruhani bir topluluğun sembolüydü.” fakat “Hıristiyan düşünce onları birleştirirken, ulus düşüncesi onları ayırdı ve muhalif kamplarda örgütledi.” (A.g.y.)
Rocker’ın dışta bıraktığı şeyler haçlı seferleri, engizisyon mahkemeleri, cadı avları, Yahudi soykırımları, paganların katledilmesidir. Ve bu sadece Avrupa’da var. Orta çağın son dönemine doğru İspanyol fatihler, Orta ve Güney Amerika’da Hristiyanlık adı altında dinsiz yerli nüfusa soykırım yapıyorlardı. Kilise’nin bazı Avrupa’lılar için birleştirici etkisi olmuş olabilir, fakat bu birlik, kıtanın hem içindeki hem de dışındaki milyonların kanlarıyla başarılmıştır. Ulusun bölmelerini, Hristiyan Kilise “birliği” yerine her an yeğlerim.
Bütün sınırlılıklarına rağmen, Rocker’ın Milliyetçilik ve Kültür’ü dev bir gayretti ve açıkça bir anarşist yazın klasiğiydi. Başka herhangi bir kitaptan çok daha ayrıntılı bir şekilde gerici ulusçuluk ile ırkçılık arasındaki bağlantıları gösterdi ve devletin, kitleler üzerindeki gücünü arttırmak için ikisini birden nasıl kullandığını açığa çıkardı. Bütün milliyetçiliği elinin tersiyle itmesi üzücü olsa da, en azından 1930’lardaki Avrupa-faşizmin yükselmesi bağlamı içinde siyasal olarak anlaşılabilir. Bağdaştırılması daha zor olan ise, güney küredeki sömürge karşıtı hareketlere tanık olmuş II. Dünya Savaşı sonrası anarşistlerin, sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş hareketleriyle Avrupa’nın son iki yüz yıl içindeki emperyal ulusçuluk hareketlerinin “aynı” olduğunu hâlâ devam ettirmesi.

Sömürgeci Çağdaşlar
Murray Bookchin 1993’teki “ulusal sorun” bağlamında kendisini özellikle anarşist evrenselciliğe adamıştı. Rocker’ın orta çağ Avrupa’sının özgür şehirleri hakkındaki cennetsi yaşam tasviri görüşünü yineledikten sonra şöyle uyarıda bulundu “aydınlanma tarafından aklın atandığı büyük rol pekala ciddi kuşku altında olabilir” eğer “gerçek toplumsal ilişkilerimizin yurttaşlık, eşitlik ve evrensel bir ortak insanlık duygusuna dayandırıldığını” unutursak. (Bookchin, “Ulusçuluk ve Ulusal Sorun” s.11).
Bizim’ gerçek ilişkilerimiz yurttaşlığa mı dayalıdır? A.B.D. vatandaşı olmayan onlarca milyon belgelenmemiş göçmen, durumları yüzünden bu iddiaya katılırlar mı emin değilim. Aslında, yurttaşlık tarih boyunca mülk sahiplerinin fakir göçmenler ve dinsel ve ırksal azınlıklar üzerinde ayrıcalık ve güç uygulamasının bir yolu olarak kullandıkları bir inşa olmuştur. Bu Roma devrinden günümüz Amerika’sına kadar gerçek olmuştur. “Evrensel bir ortak insanlık duygusu”na dayanan ilişkilerimiz kulağa hoş geliyor, fakat o ortak insanlığın tanımını yapmak kime düşüyor? (hemen hemen yalnızca bir Avrupalı ilişkisi olan) Birinci Enternasyonal’e mi? Ya da bir demet Toplumsal Ekoloji Enstitüsü mezununa mı?
Temelde yatan mesele, evrensel temel ilkeler iddiasında olan farklı sol çevre ve hareketler çeşitliliğinin yokluğu değildir. Tam da herhangi tek bir hareketin veya siyasal idealin, toplumların kendi sosyal kurumlarını nasıl düzenlemesi gerektiği hakkında herhangi bir anlamlı küresel fikir birliğini temsil edebileceği varsayımı asıl sorun. Anarşistlerin kendi fikirleri var, ve başka şeylerin yanında, o fikirlerin gerçek dünyada yerkürenin çevresindeki diğer insanlar için işleyebileceğini ispat etmek için kendi topluluklarının içinde çalışmalılar. Bu gayrette biraz başarı elde etmek, batı emperyalizmine karşı ulusal kurtuluş ve yerli mücadelelerinin uluslararası anarşist eleştirisi için bir önkoşuldur.
Bu denemesinde Bookchin, sosyalist Enternasyonal marşının sözlerini sevgiyle akla getiriyor “Bu son kavga!” ve bu sözcüklerin cisimleştirdiği “evrenselciliğe adanmışlığın anlamı”na özlem duyuyor. Bookchin’in ve uzun zaman önce New York’u terketmiş yarım daire şeklinde hazır olda bekleyen, işaret patlatmaya hazır bir takım ahbaplarının görüntüsünden fazla ilham almadığım için beni bağışlayın. Ama Rocker’ın bıraktığı yerden eline alıp saldırı moduna geçerek Afrika, Asya ve 1950 ve 60’ların Amerika’sındaki sömürgecilik mücadelelerine, herkesi aynı derecede etkileyen ulusçuluğun reddini uyguluyor. Bookchin, alıntıları toy bir şekilde kullanarak dönemin ulusal kurtuluş hareketleriyle “sömürgeleşmiş dünyada halk demokrasisi bedeline rağmen emperyalizmden ‘bağımsız olmayı’ başarma teşebbüsleri...” şeklinde tanımlamak yoluyla dalga geçmiştir. (Bookchin, “Ulusçuluk ve Ulusal Sorun” s.10).
Bookchin, özerklik arayışı içindeki ulusçular veya yerli hareketler tarafından yıkılan bir sömürgeci halk demokrasisini (terimlerde bir çelişki) tanımlamayı umursamaz. Umursamaz, çünkü bir tane bile var olmadı. Ama tamam... zencilerin beyaz yönetimi altında bulunmasının her zaman daha iyi olduğunu hepimiz biliyoruz. Bookchin’in daha geniş ölçüde işaret ettiği konu; yeni soldaki hoş, idealist, beyaz çocukların siyah ulusal devrimci eşkiyaların olağan sınıflandırmasıyla otoriter ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemeleri için aldatılmaları ve tehdit edilmeleri, topraklarına tutunmak için savaşan vakur, sevgi ve merhamet gösteren Yerli Amerika’lılar, kendi bölgelerinde pusuya yatan siyasal Latin çeteler ve 1960’ların radikal mitolojisinin diğer basmakalıp hayaletleri... Bu geç tarihte Bookchin hâlâ etrafta dolaşıyor, yeni solun düşüşünden ve ‘mikro ulusçuluğun’ yükselmesinden siyah devrimci ulusçuları ve Asyalı Mao’cuları sorumlu tutuyor olacaktı, ki bu hayret vericidir. Başkalarını suçlamak, aynaya bakmaktan her zaman daha kolaydır.

‘Sol-sonrası’ Sömürgecilik
Ulusal sorun konusunda anarşist dergi yazarlarıyla aktivistler arasında, göründüğü kadarıyla giderek genişleyen bir ayrılık var. Birçok anarşist, birlikte mücadele ettiği insanlar için anti-emperyalist mücadelelere katılmıştır. Şu zamanda, Kuzey Amerika’daki anarşist örgütçüler ve kültürel işçiler artarak dogmatik zincirlerinden kurtuluyor, sömürgeciliğe karşı ulusal ve özerklik hareketleriyle dayanışma içinde çalışıyorlar. Fakat bu ayrılma şekillenirken, sömürgeci anarşistler geleneklere bağlı kalma gayretlerinde daha da çaresiz hale düştüler. Ve bu cephede, sömürgeci anarşiyi koruma çabaları, sınıf savaşı anarşistleri tarafından değil, ama anarşistlerin sola takılıp kalmış bağlarını tamamen kesmeleri gerektiğini tartışan, yeşil ve ilkelci entelektüellerin gevşek örülmüş çalışma ağı tarafından yönlendiriliyor.
Fredy Perlman’ın 1993 yılında Anarchy: A Journal of Desire Armed dergisindeki bıktırıcı tenkitinde öne sürdüğü gibi, 1930’lar ve 40’lar Avrupasındaki faşist ulusçuluk “şimdi Afrikalılar için olduğu gibi Navaholar, Apaçiler ve tabii ki Filistinliler için de uygun olabilir. Mussolini, Hitler ve Siyonistlerden istiareler akıllıca örtülmüştür, çünkü Mussolini ve Hitler ele geçirdikleri gücü ellerinde tutmayı başaramamışlardır…” (Fredy Perlman, “The Continuing Appeal of Nationalism” Anarchy: A Journal of Desire Armed. #37, Yaz 1993).[6]
Aynı dergide, 1999 sonbaharında yayınlanan “Sol-sonrası Anarşi” adlı dört parçalık başka bir yazı dizisinde, Lawrence Jarach, EZLN’yle dayanışma göstermeye cüret eden anarşistleri, “eleştirisiz desteklerinden” ötürü azarlamıştı. “Örgütlenmenin adı bile anarşistlerin tereddüt etmesine yeterli sebep olmalıdır.” (Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu) çünkü “ulusal kurtuluş anarşist gündemin asla bir parçası olmamıştır... EZLN, bütün devrimci duruşuna rağmen, Meksika devletinin dokusu içinde ilerici toplumsal değişiklik arayan geniş tabanlı demokratik bir harekettir.” (Lawerence Jarach, “Don’t let the Left (overs) Ruin Your Appetite”, Anarchy: A Journal of Desire Armed, sayı: 48, Sonbahar-Kış, 1999-2000). “Afrikalıları” bir çeşit Hitler’den etkilenmiş ulusçuluk anıtı olarak ele alan veya onlarca yıl ayaklanmalarını disiplinli silahlı direnişleri sayesinde sürdürebilen yerli özerklik yanlısı hareketlerin basit devrimci özentiler olduğunu iddia eden insanlarla sömürgecilik hakkında nasıl tartışabilirsiniz bile? Genellikle tartışmazsınız.
Ancak, Green Anarchy’nin 2002 bahar sayısında bir Zapatista bunu yaptı. Birkaç ay önce yayınlanan “EZLN anarşist DEĞİL” başlıklı, “EZLN’yi kapitalizm tarafından sağlanamayacak herhangi bir şeye ulaşma çabası olmayan gerici olacak kadar reformcu olarak etiketlendiren” makaleye yanıttı (“The EZLN is NOT Anarchist”, Green Anarchy, Sayı: 6, Yaz 2001.) Yazı, anarşistlere “kişinin devrimci anarşist projesini ilerletecek yönde hedeflere yönlendirecek bir şekilde müdahale etmelerinin” yollarını bulmalarına yönelik talimatlar veriyordu. (“A Zapatista Response to The EZLN is NOT Anarchist” Green Anarchy, sayı: 8 Bahar, 2002 s. 3 greenanarchy.org/zine/GA08/zapatistaresponse.php)
Zapatista, “O cümledeki sömürgeci sözlerden ve tutumlardan oluşan bir özet oluşturmak bizim açımızdan zor olurdu. “Müdahale?” “birisinin ‘projesini’ ileriye taşımak?” Meksikalılar, “müdahale etmenin” neleri gerektirdiğine dair çok gelişmiş bir anlayışa sahiptirler” (Green Anarchy s. 4). Ve şununla bitiriyor: “Sömürgecilik bu dünyada savaştığımız pek çok düşmandan biridir” ve “Kuzey Amerikalılar “devrimci” mücadelelerinde sömürgeci düşünce örüntülerini güçlendirdikleri müddetçe, herhangi bir yerdeki sömürge karşıtı mücadelenin yanında asla olmayacaklardır. Biz Zapatista mücadelesi içindekiler, hiçbir zaman kimseden sakınımsız, eleştirisiz bir destek istemedik. Dünyanın yapmasını istediğimiz şey, bizim de içinde olduğumuz tarihsel bağlama saygı duymaları ve kendimizi zulmün postalları altından çekebilmek için yaptığımız eylemler hakkında düşünmeleri.” (A.g.y.)
Eğer ne zaman Kuzey Amerika anarşistleri, ulusçu veya herhangi başka bir etiket altında yerküre etrafındaki sömürgeci ve yeni-sömürgeci tahakküme karşı bütün mücadeleler karşısında bunu yapmayı öğrenirler, o zaman bizler de halkların tahakküme karşı mücadelelerinin çok daha geniş ve zengin bir uluslararası geleneği arasında kabul görürüz. Bizim ait olduğumuz yer burasıdır.
(2007)


[1] Çeviride ‘nation’, ‘national’, ‘nationalism’ sözcüklerini ‘ulus’, ‘ulusal’ ve ‘ulusçuluk’ olarak karşılamayı tercih etmemize karşın, ‘internationalism’ sözcüğünün, uluslararasıcılık şeklinde çevirisini yapmak uygun olmayacağından ötürü, enternasyonalism olarak, dolaşımda olduğu şekliyle bıraktım. –ç.n.
[2] Murray Bookchin’in devrimci belediyecilik siyasi görüşü kastediliyor. –ç.n.
[3] Yazının Türkçesi için bkz.: “Milliyetçilik ve ‘Ulusal Sorun’”, çev. Sezgin Ata, Toplumsal Ekoloji dergisi, Sayı: 2, 2002.
[4] Bu yazının Türkçesi için bkz.: “Anarşist Anti-Emperyalizm Tarihinin Yazımına Bir Katkı” çev. Kara Kızıl Notlar dergisi, http://www.anarkismo.net/article/6872.
[5] Partikülarizm (ing: particularism) bir toplumsal grubun, dinsel, mesleksel topluluğun, bir bölümünü oluşturduğu daha geniş topluluğa karşı çıkarak kendi törelerini koruması, yörecilik. –ç.n.
[6] Bu yazının Türkçesi için bkz.: “Milliyetçiliğin Bitmeyen Çekiciliği”, çev. Gün Zileli, Birikim Dergisi Sayı: 128.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder