12 Haziran 2011 Pazar

Devrimci Paradigmada Geçiş Dönemi: Özgürleşme Olarak Siyaset - Kürşad Kızıltuğ


Qijika Reş Dergisi / Sayı:3
Türkiye’de muhaliflerin algısı, baskı altındaki toplumsal grupların demokratikleşme, eşitlik ya da çeşitli haklar için verdikleri güncel kolektif mücadelelerle kitlesel protestoları, hem tekil hareketler hem de yerel olgular şeklinde ayrıksı süreçler gibi ele alma eğiliminden genellikle kurtulamıyor. Bunun yanında, kolektif eylem repertuarı ve örgütlenme biçimleri açısından kurumsal siyasal araçlardan niteliksel olarak farklı mücadele biçimlerinin yaratılması demek olan toplumsal hareketleri, sol yelpazedeki siyasi partilerin merkezinde yer aldığı bir siyasallaşma bakış açısı ve terminolojiyle ele alma alışkanlığı vardır. Siyasal stratejileri ve örgütlenme biçimleri fetişleştirme eğilimleri bu tarihsiz ve donmuş kategorileştirmelerden kaynaklanıyor.
Toplumsal hareket, örgütlü, kurumsallaşmış ve normatif siyasal eylemin yanı sıra, anlık, süreksiz ve kurumsallaşmamış kolektif eylemi de kapsar. Dünya sistemi içinde, sistem karşıtı hareket kümeleri, hem yerel ölçekte kendi aralarında etkileşimlidirler hem de uzun erimli tarihsel süreçlerin ve eğilimlerin etkilerine açıktırlar. Kapitalist dünya sistemine karşı koyan dünya çapında açıkça anti-kapitalist ve devlet karşıtı bir hareket son on küsur yıldır küresel ölçekte giderek yaygınlaşıyor. Bu hareketin, yaşadığımız coğrafyayı etkilemediğini varsaymak için hareketlerin ayrışık ve ulusal sınırlar içine kapalı oluşumlar olduğuna inanmak gerekir. Söz konusu ulusal karakterli hareketler bile olsa, küresel hareketlerin etkilerden muaf kalan hiçbir toplumsal hareket olmadığını baştan söyleyebiliriz. Bulunduğumuz coğrafyada yani hem Türkiye’nin batısında hem de Kürdistan’da, hem 68 sonrası yeni toplumsal hareketlerinden hem dünya genelindeki on küsur yıllık anti-kapitalist hareketlerle benzer nitelikleri olan kolektif eylem biçimlerinin ve toplumsal hareketlerin oluştuğunu söyleyerek hiç de yeni bir şey söylemiş olmayız, garip olan bunun gerçekleşmiyor olduğunu farz etmektir.

Sistem Karşıtı Hareketlerin Dönüşümü
Sistem karşıtı hareketlerin on dokuzuncu yüzyılda eşitlikçi ve özgürleşme yolunda büründüğü evrensel biçim, farklı sosyalizm tasavvurları, işçi hareketleri ve eş zamanlı ulusal kurtuluş hareketleri içinde şekillendi. Sosyalizm tasavvurları derken bugün anlaşıldığı haliyle, hepsi de Marksist düşünce sistemine dayalı türlü politik akımları ve devletçi devrim anlayışlarını kapsayan Leninist, Troçkist, Maoist, Castrocu veya benzeri akımları kastetmiyorum. Böyle bakmak yirminci yüzyılın bakış açısını on dokuzuncu yüzyıla geri yansıtmak olurdu.
Sosyalizm ve/ya komünizm tasavvurları derken tam da Fransız devrimi sonrasında modern devrimci siyasal düşüncenin ve eylemin başat akımlarından birisi haline gelmiş bir düşünce çeşitliliği söz konusudur: bir yüzyıl boyunca, Babeuf, Saint-Simoncular, Fourier, Blanqui, Proudhon, Robert Owen, İngiliz işçi hareketi içindeki Çartistler, Morris, Weitling, Hess, Bebel, Marx, Engels, Lassalle, Bakunin, Herzen, Çernişevski, Kropotkin gibi sayısız sosyalist ya da komünist militan entelektüeller toplumsal hareketlerin inşasında etkili fikirler geliştirdiler. Eylem ve örgütlenme çalışmalarıyla devrimci projenin ilerletilmesinde hepsi farklı etkide bulunurken, kendi aralarında son derece bilinçli ve birbirlerinden haberdar şekilde, , stratejik, örgütlenmeye dayalı, derin felsefi, kültürel ve estetik tartışmalar yaptılar. Hiçbir zaman tek bir akımın mutlak hegemonyası ya da bir iki rakip akımın çatışmaları arasında bölünmüş bir sistem karşıtı hareket söz konusu olmadı. Bu geniş çeşitlilik içinde sosyalizm ve/ya komünizm akımları kapitalist sistemin bir devrimle nasıl aşılacağına dair zengin tartışmaların yapıldığı ortama sahipti. Dönemin karakteristiği içinde strateji ve buna bağlı olarak örgütlenmenin nasıl olacağı tartışması bu radikal sistem karşıtı hareketlerin bugün dahi içinde olduğumuz meselelerini çerçeveledi; geleceği ve aynı zamanda devrimci geleneği inşa etti.[1] Ancak kendi tarihinin hiçbir aşamasında bütünleşik ve homojen tek bir sosyalist ideolojiye dönüşmedi ya da anarşizm ve Marksizm gibi karşıt iki karşıt siyasal biçime ayrılmadı.
Bu çeşitlilik içerisinde liberter ya da devletçi sosyalist / komünist akımların ayrılma noktaları, siyasal mücadelenin 1) yatay, federatif örgütlenmelerle mi gerçekleşeceği yoksa merkezi bir yönetimi olan öncü partinin yönlendiriciliğiyle mi yürüyeceği 2) siyasal dönüşümün devrimci ayaklanmayla mı yoksa sosyal reformlarla mı olacağı 3) mücadelenin mekânının ulusal devletin kendi bütünü içinde mi yoksa enternasyonal karakterli bir örgütlenme ile mi olacağı 4) devlet iktidarını ele geçirerek mi yoksa onu yıkıp yeni bir toplumun devletsiz inşasına mı başlanacağı 5) toplumsal mücadelelerin asıl öznesinin kim olduğu gibi sorular farklı devrimci çizgilerin belirleyici tartışma başlıkları oldu. Bu çerçeve içinde Marksizm, sosyal demokrasi ve anarşizm gibi akımlar, yani devletçi sosyalizmin devrimci ve reformcu versiyonu ile özgürlükçü sosyalizmin veya özgürlükçü komünizmin değişen akımları yirminci yüzyılın başına devreden örgütlenme deneyimini, teorik miraslarını ve kelime dağarcığını oluşturdular.[2]
Bugün dünyayı değiştirme mücadeleleri açısından on dokuzuncu yüzyıl ortalarına benzer bir dönemi, yani devrimci paradigmanın bambaşka parametrelerle yeniden oluştuğu bir dönemin içinden geçiyoruz. Bu benzerliklerin en önemli gösterenlerinden birisi, birbirinden farklı radikal siyasal eğilimlerin aralarındaki söylem farklılıklarına rağmen, eski paradigmadan giderek kopmakta olduğudur. Bu kopuş, klasik anarşizme bir dönüş olmaktan ziyade, radikal düşünce akımlarının ve yeni toplumsal hareketlerin hatırı sayılır bir bölümünün ortak paydası halini almıştır.
İkincisi de, devrim fikrinin meşruiyetinin kaybolduğu bir siyasal uzamda, devrim tahayyülünü yeniden kurmak için doktriner olmayan teorik arayışların, eş zamanlı siyasal mücadelelerle birlikte çoğalması ve çeşitlenmesidir.[3]
Eski paradigmanın en önemli özelliği kapitalizmi aşmak için siyasal stratejinin merkezi hedefi olarak devlet aygıtına yönelmiş olmasıydı. Hem devlet aygıtını bir devrimle devirmek anlamında, hem de yerine konulacak toplumsal inşanın devlet aygıtına dayalı olması anlamında. Bu sistem karşıtı hareketlerin yirminci yüzyıla devreden ana akımlarının tümünün ulus-devleti stratejik siyasal hedef olarak belirlemesi 19. Yüzyıl ortalarında netleşiyordu. 1850-1970 arasında dünya sistem karşıt hareketlerinde “devlet yapısı içinde güç kazanmak ve sonrasında dünyayı dönüştürmek” olarak özetlenen iki aşamalı bir strateji baskın oldu.[4]
Yirminci yüzyılın ilk yarısından başlayarak gerçekleşen sosyalist örgütlenmeler ve buna paralel olarak sömürgecilik karşıtı ya da ulusal kurtuluş mücadelelerinin her ikisi de on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde sistem karşıtı hareketlerin benimsemiş olduğu ulus-devletçi stratejiyle mücadelelerini örgütlediler. Önce Ekim devrimi, Çin’in başını çektiği Asya devrimleri, faşizme karşı mücadeleler içinde şekillenen Doğu Avrupa devrimleri, Latin Amerika ve Afrika’dan Güney Asya’ya kadar dünyanın birçok bölgesinde devam eden sömürge kurtuluş mücadeleleri, dünya sisteminin siyasal coğrafyasını değiştiren yeni ulus-devletlerin kuruluş süreçlerini getirdi. Avrupa gibi merkez kapitalist ülkelerde, kapitalizmin 1930lardaki krizinden çıkış için benimsenen Keynesci sermaye birikim stratejisini refah devletinin ekonomik politikası kılan sosyal demokrasiler 1960lı yıllarda iktidara geldiler. Dünya sisteminin 1960larda aldığı manzara içinde, sistem karşıtı hareketler hem merkez kapitalist ülkelerde, hem sosyalist blokta hem de üçüncü dünyada -ister reformcu olsun isterse devrimci- ulus-devlet stratejisinin sonuçlarını aldılar. Çünkü hemen her yerde sistem karşıtı hareketler ya siyasal sistemin kurucu unsuru oldular, ya da siyasal rejimin tamamlayıcısı haline gelen muhalif partiler halinde siyasal sisteme eklemlendiler. Yani bir zamanların devrimci siyasetleri artık meşru kurumsal siyaset mekanizmasının parçası halini aldılar. Eski paradigmadan kopuş bu aşamada başladı ve halen devam ediyor.

Yeni Sistem Karşıtı Mücadeleler
Sistem karşıtı hareketlerin 1960’lardan sonraki dönüşümü mevcut kurumsallaşmış solun eleştirisi üzerinden şekillendi. Wallerstein gibi dünya sistemi teorisyenlerinin bir dünya devrimi olarak analiz ettikleri 1968 devrimleri, dünya sisteminin ve sistem karşıtı hareketlerin değişimine yol açtı.
1960larda Yeni Sol ve 1970’lerde ortaya çıkan ve yeni toplumsal hareketler olarak adlandırılan yeni sistem karşıtı hareketler, hem kapitalist dünya sisteminin gündelik hayatı içeren bir eleştirisini biçimlendirmeye başladılar hem de tüm eski sistem karşıtı hareketlerin stratejisini ve örgütlenme biçimlerini sorgulamaya başladılar.  Sınıf mücadelesinin bir canlanışının yanı sıra yeni statü ve kimlik gruplarının başkaldırısıyla birlikte yeni öznellikler doğdu.
1968’le doruğuna ulaşan ve bugün hâlâ içinde bulunduğumuz geçiş döneminin belli başlı tüm vasıflarını belirleyen devrimci hareketler dalgasının bıraktığı mirasın en önemli özelliği, on dokuzuncu yüzyılın devrimci paradigmasının karakteristik özelliği olan devlet iktidarını fethetmeye yönelik devrimci stratejinin değişmeye başlamış olmasıdır. ’68-sonrası toplumsal hareketlerin başka bir özelliği, önceki sistem karşıtı hareketlerde daha önce var olmamış bir çeşitlilik, genişlik ve yaygınlıkla yeni öznellik biçimlerinin ve yeni siyaset biçimlerinin tanımlanmaya başlaması oldu. O döneme kadar hâkim olan merkezîleştirişi bir örgütlenme ve strateji anlayışı, yerini merkezsizleştirici bir örgütlenme anlayışına ve taktik mücadelelere bırakmıştır. Radikal siyasetteki bu değişimler insanların siyasallaşma biçimlerinde de belirgin bir değişim getirdi. Her bir mevcut siyasal sistemin izin verdiği tek seçenek olarak resmi ve kurumsal siyaset kanallarının, yani temsili demokratik sistemlerin, yerleşik sol partilerin ve sendikaların siyasal sınırlarının yetmişli yıllarda eleştirisini geliştiren yeni toplumsal hareketler, siyasal mücadele alanının gündelik hayata doğru genişletilmesine eğilim gösterirler. Özel alan ve kamusal alan arasında, devlet otoritesinin korumaya çalıştığı ayrımı belirsizleştirip, siyaseti profesyonelleşmiş bir iş olmaktan çıkaran hareketlerin siyasallaştırdıkları konular “ne ‘özel’ (ötekilerle meşru ilgisi olmaması anlamında) ne de ‘kamusal’dır (resmi siyasal kurumların ve aktörlerin meşru objesi olarak tanınma anlamında). Fakat ya özel ya da kurumsal siyasal aktörleri kolektif olarak ilgilendiren sonuçlar içermektedir.[5] Yeni toplumsal hareketlerin eylem alanı hem liberalizmin, hem devletin hem de eski sol hareketlerin öngörülerini aşacak şekilde siyaset alanının dışında kalan “kurumsal olmayan siyaset alanı” halini almıştır. Hem siyasalın gerçekleştiği mekânın değişimi anlamında, hem de siyasalın icra şekillerinin ve buna uygun düşen örgütlenmelerin ve pratiklerin değişimi anlamında.
Gündelik hayatın devrimcileştirilmesi bu dönemin başlıca düsturlarından birisi oldu. Guattari’nin “moleküler devrimler” olarak da adlandırdığı bu dönüşümler, devrimi makro ölçekte devletin, ekonomik ve hukuki sisteminin bünyesinde yaşanan büyük değişimlerle sınırlı gören bir devrim anlayışının yerine, tabanda yaşanan, gündelik ilişkilerde, yeni toplumsallık biçimlerinin yaratılmasına yol açacak yeni algılama biçimlerinin ve bunu ifade edecek dillerin, estetik formların, etik arayışların, gündelik pratiklerin şekillenmesidir. Hâkim baskıcı kodlama rejimlerinden kaçan her türlü kaçış çizgisinin akışları boyunca geçtiği yolları ve öznellikleri dönüştürdüğü ve kod rejimini dağıtmaya başlamasıdır bu.
Siyasetin kültürel etkilerinin ve kültürel alandaki siyasetin toplumsal etkilerinin iç içe geçtiği, bu bakımdan radikal siyasetin bir karşı kültür yaratımı olarak toplumsallaştığı bu dönüşümün farkına varmak, bunun ifade yollarını rafine etmek devrimci eylemciliği bir kolektif yaratıcılık ve inşa faaliyeti haline getirir. Verili kimliklerin bozuma uğratılması ve melezleşme sabit kodları aşındırır ve bir üstkodlama makinelerini sıradan akışların içinde kesintiye uğratır. Siyaset bedenlere kendini kaydetmiş iktidar rejimlerinin söküldüğü bir faaliyet olarak mikro alana nüfuz eder. Bu makro siyasetin artık beyhude bir uğraş haline gelmesi değildir soldan birçoklarının “postmodern” yaftası ile karikatürleştirdiği gibi. Daha çok makro süreçler içindeki mikro ve mikro süreçler içindeki makro ilişkileri ve mücadeleleri karşılıklı olarak açığa çıkartmaktır. Herkesin kendi bedeninden, ev içi alanından, dilden, kişiler arası ilişkilerden başlayarak siyasetin kalıplaşmış tanımlarıyla oynadığı aktif ve kurucu bir süreçtir. Siyasetin erkek entelektüel seçkinlerin önderliğinde, her şeye hazır reçeteleri olan bir uzman işi olarak algılanmasına son vermeye başlayan bir yıkıcılık girişimidir. Yaş, kültürel farklılık, cinsiyet kimliği, cinsel yönelim farklılıkları ve hiyerarşi bütün kurumlar ve insan ilişkileri içinde sorgulanan başlıca konular haline gelir. Siyasal olanın başlayacağı merkezi bir konum anlayışı yerinden edilir, siyaset her yerdeki tahakküm ilişkilerinin karşısındaki oluşan yıkıcı ve dönüştürücü pratiklere doğru genişler ve kadınları, gençlik gruplarını, normatif olmayan cinsel yönelimleri, baskı altındaki etnik grupları, farklı ırktan olanları, göçmenleri, toplumsal uzamdan ve üretimden dışlanmış engellileri, yaşlıları, işsizleri, kiracıları ve bunun gibi sürekli uzayan bir zincir boyunca içermeye başlar. Bir eşitsizlik karşısında öne çıkarak eşitliğin anlamının yeniden tanımlanmasına yol açacak her karşılaşmada, yeni bir özneleşme süreci yaşanır.
 Sıradan insanların, “makul” siyasetin tanım aralığı içinde kayda geçmemiş sıradan sorunları, sıra dışı bir siyasal önem kazanır. O kadar ki, iktidarın bu dönüşümün doğuracağı tehdide dair sezgileri, geleneksel geçmişin olduğu gibi canlandırılmasıyla meşgul eski kafalı devrimcilerinkinden daha fazladır. Örneğin, kişinin hangi başka bedenle nasıl bir arzu ilişkisine geçmek istemesi, ya da hangi bedene sahip olursa olsun kendisini nasıl performe etmek istemesi, ilk bakışta büyük siyaset ve bıyıklı devrimcilerin siyaseti için önemsiz, tali görünen bu mesele, iktidarların bütün bir biyopolitik rejimi devreye sokup bedenleri faşizan bir baskı altına almak için alarma geçtiği bir durum olabilir.[6]Bedenler üzerinden gündelik hayatın kontrolü ise sonuçları tabi ki yalnızca bireysel yaşam olmayıp tüm kamusal yaşamın üzerinde muazzam bir tahakküm şeklinin işler kılınmasıdır. Bu nedenle mikro iktidar ilişkilerine karşı mikro mücadeleler bütünden bağımsız değildir. İktidarın bir ağ olarak kavranışı yaygın bir anlayış halini alır.
Bu dönüşümün sosyolojik sonuçlarından ziyade devrim paradigmasında neyi değiştirdiğine bakmak elzem görünüyor. Çünkü günümüz devrimci radikalizmin yaygın sinizminin ve nihilizminin bizleri inandırmak istediği gibi, devrimci paradigma bütünüyle buhar olup uçmuş, ve yeni dönemin siyasal hareketleri artık yalnızca sınırlı kimlik meseleleriyle uğraşıyor değildir. Yaşanan şey daha ziyade devrimci paradigmanın kendisinde, yeni bir devrim fikrini canlandırabilecek türden bir dönüşümdür. Bu devrim fikrinin başta gelen özelliği devrimin devlet iktidarını geçirmek olarak anlaşıldığı paradigmayı dağıtmasıdır. “Ama bugüne dek devrimci alanda hiç de devrimci olmayan bir şeyi, yani devlet aygıtını, asıl baskı organizmasını kendi tarzında yeniden üretmeyen bir makine var olmadı. İşte devrimin problemi: bir savaş makinesi nasıl güncel sistemin içinde oluşan bütün kaçışları onları ezmeden ve devlet aygıtını yeniden üretmeksizin hesaba katabilir?”[7]

Devrimci Paradigmanın Değişimi
Devrimci paradigmanın kendisinde devrimci bir dönüşüm olmadan, geçmişin devrimci projesinin emellerine sadakat mümkün değildir. Belirleyici tartışma Castoriadis’in kusursuzca ifade ettiği şu noktada yaşanır: “Devrimci Marksizm’den yola çıkıp, Marksist olarak kalmakla devrimci olarak kalmak arasında bir tercih yapmamızı gerektiren noktaya vardık, bu nokta uzun zamandan beri ne bir düşünümü ne de bir eylemi harekete geçiremez olmuş bir öğretiye sadık kalmakla, öncelikle değiştirmek istenen şeyin kavranmasını ve toplumun içinde o topluma karşı gerçekten karşı çıkan ve onun o anki biçimiyle gerçekten mücadele eden şeyin tanımlanmasını gerektiren bir projeye, toplumun radikal bir biçimde dönüştürülmesi projesine sadık kalmak arasında bir tercih yapmamızı da gerektirmekteydi.”[8] Çoğunlukla birbirine karıştırılan şey, henüz devrim fikrine sahip çıkan pek çoğunun algı eşiklerini aşamamış olan şey, geçmişin devrimci projesinin emellerine sadakatle, bu emelleri gerçekleştirmek için seçilen ve bugün artık Badio’nun deyişiyle “doygunluğa ulaşmış” olan yollara, usullere, bütün kavramsal sistematiğe karşı sadakat göstermektir. Yukarıda Deleuze’ün vurguladığı gibi devlet iktidarını ele geçirmeye odaklanmış parti-devlet modeli devrimci stratejiyi sürdürmek artık o projedeki devrimci ruha sadakat olmaktan çıkmanın ötesine geçmiş, devrim fikrinin başarısızlığının ve inandırıcılığını kaybetmesinin başlıca sebebi haline gelmiştir. 19. Yüzyılın devrimcilerinin tahayyül edebildikleri ve 20. Yüzyılın devrimcilerinin uğruna hayatlarını adadıkları devrimci dönüşüm projelerindeki canlı ruha sadakatin yolu, ortaya çıkan yeni öznellik biçimlerinin ve “yeni mücadele hatlarını” (Guattari) analiz edebilecek, doktriner olmayan bir devrim bilgisini oluşturmak, buna uygun düşen yeni devrimci mücadele yöntemlerini, araçlarının, geliştirmektir. Bugün tam da 1960lardan bu yana kapsamı genişleyen şekilde doktriner olmayan bir devrimci bilginin inşası sürüyor. Yeni mücadele alanları gelişiyor ve devrimci siyaset oldukça deneysel bir hal alıyor. Ancak hâlâ bir geçiş dönemini yaşıyoruz.
Mayıs 1968 sonrasından başlayıp ‘99 Seattle sonrasında devam eden bu kolektif eylem döngüsünün en önemli özelliği, dağınık ve örgütsüz sıradan insanların ve çoklu örgütlü siyasal aktörlerin kendi aralarında ağsal yeni birleşme metotlarını salt olumsal bir şekilde değil bilinçli bir şekilde tercih ediyor olmalarıdır. Yatay ilişkilenme biçimleri, doğrudan demokratik karar alma süreçleri, hiyerarşinin reddi, farklılıkların korunması, çeşitlilik ve ağsallık yeni örgütlenme biçimlerinin vazgeçilmez ortak noktalarıdır.[9] Kapitalizmin neoliberal politikalarının yaşama yönelik saldırılarına karşı yürütülen direniş ya da protesto eylemleri içinde kapitalizmi nasıl aşabiliriz sorusu, siyaset felsefesinin de birlikte sorduğu kapitalizmi ulus devletle ilişkisi içinde nasıl aşabiliriz sorusu halini alıyor. Antikapitalist olmak artık devletçilik karşıtı olmakla birlikte düşünülür hale geliyor. Bu 1850-1970 arasında sistem karşıtı hareketleri belirleyen stratejik paradigmanın aşılmasıdır. Karatani’nin ifadesiyle, “Demek ki sermayeye yönelecek herhangi bir karşı eylem devlet ve ulusu (cemaati) hedef almalıdır. Kapitalist ulus-devlet, donanımı sayesinde gözüpektir. Üçlüden yalnızca birini inkar ederseniz, diğer ikisinin gücü sizi halkanın içine sonuna kadar çeker.[10]
Bu konuda Marksizm(lerin), Anarşizm(lerin) ve politik ekolojilerin sunabileceği bütünsel cevaplardan başka yeni toplumsal hareketlerin parçalı cevapları mevcut. Geniş açıdan bakıldığında bu soru, ideolojilerin yükünden bağımsızlaşarak analitik içerik kazanmış bir komünizm ve doğrudan demokrasi –temsili olmayan demokrasi– sorunu halini almıştır. Ve bu iki kavram ailesinin karşılıklılığı etrafında ortaklaşan teoriler giderek çoğalmaktadır, doğrudan demokrasi pratiklerinin ve kapitalist olmayan ekonomik üretim ve mübadele biçimlerinin yaratılması yönünde eylemci grupların yaratıcı ve deneysel pratiklerin -patronsuz işyerleri, topluluk temelli ekonomiler, adil işbirliği deneyimleri, kâr amacı gütmeyen kooperatif işyerleri, işgal edilmiş konutlarda kolektif yaşam pratikleri, MST hareketinin toprak işgalleri yoluyla komünler yaratması, Zapasitaların özerk komünal topluluklar örgütlemeleri- gibi örneklerin sayısı çoğalıyor.
Geniş bir açıdan baktığımızda, kapitalizmi aşma sorusu, birbirinden ayrı akımların veya ideolojilerin verdiği alternatif cevaplar arasında en iyisini hedefleyen seçimi yapmak gibi bir dogmatikliği kaldırmaz. Öte taraftan her radikal cevabın muhtemel toplum tasavvurları için geçerli olabileceği bir ilişkisellik açısından meseleye bakılabilir. Aslında fiilen yaşanan da bugün hareketlerinin bazı meselelerinin giderek iç içe geçmeye başlamış olmasıdır. eko-sosyalizm, eko-anarşizm, toplumsal ekoloji, otonomist Marksizm, liberter komünizm, sosyalist feminizm, eko-feminizm, queer feminizm, anarka-feminizm, anarko-queer, özgürlükçü sosyalizm, kapsayıcı demokrasi, katılımcı ekonomi gibi giderek çoğalan melez siyasal yönelimlerin belirgin bir ortak özelliği vardır. Farklı mücadele hatlarında billurlaşan, eşitlikçi, anti-otoriter, anti-hiyerarşik, cinsiyetçilik karşıtı, ekolojist, çok kültürcü yaklaşımların radikal siyasal terminolojinin ortak hanesine yazılması, siyasal ve gündelik pratiği belirleyen bir ortak ethos halini alıyor. Ortak terimlerin yaygınlaştığı bir devrimci kültür yaratıyor. Odaklanılan sorun ne kadar tek gündemli olursa olsun, aktivist gruplar örneğin cinsiyet, yaş, deneyim, kimlik hiyerarşisi olmaksızın doğrudan demokratik karar alma süreçlerinde yer almak, ayrımcılığın tüm biçimlerine karşı olmak, devletten ve sermayeden bağımsız örgütlenmek, diğer aktivist gruplarla eşitlikçi ilişkiler kurmak gibi özellikle gösteriyor. Ve çoğu zamanda birçok aktivisti aynı anda birden çok gündemli mücadele alanının içinde yer alırken görebiliyoruz. Bu durum devrimci militanlığın içeriğini değiştirdiği kadar farklı mücadele alanlarında ortaklaşmış ortak etik değerlerin gündelik hayatın içine de sirayet edecek ölçüde yaygınlaşması anlamına da geliyor. Geçiş döneminin asıl sorunu bu noktadan başlıyor: farklı eylemcilikler arasına dağılmış olan ortak değerleri, birbiriyle ilişkili bir değerler sisteminin ortak değerleri haline getirip parçalı mücadeleler arasındaki evrenseli bulmak. Ya da tikel ve tümel arasındaki, yerel ve evrensel arasındaki ya da buradaki ve oradaki arasındaki bağı, yataygeçişliliği, etkileşimi ve ortak karar alma süreçlerini icat edebilmek.[11]

Bizim Buralarda Sistem Karşıtı Hareketlerin Değişimi
Eski sol, Batıcı modernleşmeyi Kemalist tarzda ya da sosyalist modernleşmeyi Stalinist / Maoist tarzda ele alan evrensel bir ilerleme şemasına uygun olarak bir toplumsal dönüşüm anlayışına sahipti. Toplumun hegemonik Türk kimliği dışında bırakılmış kesimlerine duyarsız, kadınları yalnızca emekçi ya da devrimci kimliği üzerinden algılayan, oldukça muhafazakâr bir ahlak anlayışına sahip, otoriter, kültürel etnik dini farklılıkları önemsiz gören, başta toplumsal cinsiyet eşitsizliği olmak üzere pek çok karmaşık sorunu, bütüncül bir anlatı içinde eriten, ağırlıklı olarak kentli üniversite gençliğinden çıkan militan kadroların yönlendiriciliğindeki bir toplumsal hareket söz konusuydu. 12 Eylül 1980 darbesinin ardından 90’ların başındaki göreli serbest siyasi ortamda bu şemayı sorunsuzca yeniden canlandırmak isteyen sol kadroların bir kısmı bugün de varlıklarını sürdürüyorlar.
Öte yandan yavaş yavaş 80’lerde Türkiye’de yeni türden bir toplumsal hareket yelpazesi şekillendi. Kadın, ekoloji, lgbtt, kent mücadeleleri, insan hakları örgütleri, yerel ekoloji direnişleri, çiftçi örgütlenmeleri, öğrenci hareketleri, işçi hareketi, kamu çalışanları hareketleri, güvencesiz çalışanların hareketleri, Alevilerin siyasallaşması, Kürt hareketi derken, eski solun toparlayıcı şemsiyesine artık sığmayan bütün toplumsal kategoriler ayrı ayrı açığa çıkmaya başladılar.
Aslında eski sol dediğimiz şey, oluşumundan doruğuna vardığı 70lerin sonlarına kadar hiçbir zaman yekpare bir toplumsal hareket oluşturmamış ve hep çok sayıda siyasal örgütün hegemonya mücadelesi verdiği parçalı bir manzara sunsa da, rakip her bir siyasal aktörün söylemi, kendi içinde bütüncül ve herkesi kapsayan indirgemeci bir yaklaşımı ortaya koyuyordu. Hepsi de toplumun tüm ezilenlerini, emekçileri, işçileri, halk sınıflarını ve etnik çeşitliliğini temsil iddiasında olan örgütlü gruplar söz konusuydu. Aralarındaki farkların ana söyleme dair olmasından çok nüanslar üzerinden verilen bir hegemonya mücadelesi olduğunu söylemek adaletsiz olmaz.
70lerde eşzamanlı olarak ileri endüstriyel kapitalist toplumlarda gelişen yeni toplumsal hareketlerin sunduğu parçalı muhalefet biçimleri henüz burada söz konusu değildi. 68 isyancı patlamaları solun uzun bir tarihe sahip olduğu coğrafyalarda, eski solun otoriter, devletçi ve bürokratik yönlerinin özgürlükçü eleştirisinin yaygınlaşması, doğrudan eylemin ve gündelik hayatta devrim fikrinin benimsenmesi gibi yönler içeriyordu. Türkiye gibi o zaman için merkezin daha dışındaki az gelişmiş bir ülkede ise artık radikal bir eleştirisi yapılan devletçi sosyalist modellerin ilk kez yerleştiği ve toplumsal hareket örgütlenmeleri içinde kurumsallaştırıldığı bir dönemdir. Türk solu ve aynı siyasal entelektüel kaynaklardan beslenerek olgunlaşan Kürt solu için toplumsal hareketlere şekil verecek model, devletçi, hiyerarşik öncü partiye ile örgütlenen, anti-emperyalist ya da anti sömürgeci bir halk savaşı stratejisini benimsemiş bir Üçüncü Dünya sosyalizmi anlayışıydı. Dolayısıyla dünya solunda 70’lerde yaşanan özgürlükçü değişim ve yeni sosyal hareketlerin etkileri ancak 80’lerin ortalarında var olan sosyalizm deneyiminin kapitalist restorasyonu başladıktan sonra gerçekleşti.
Türkiye’de hâlâ benzer düşünsel çerçeveler içinde düşünen farklı sollar var olmakla birlikte, yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkışıyla son yirmi yılda mücadele alanları alabildiğine çeşitlenmiş, bağımsız siyasal mücadeleler ve yeni siyasal özneler çoğalmıştır. Küresel toplumsal hareketin gelişiminden buradaki toplumsal hareketler de az ya da çok etkileniyor.
Türkiye’nin batısında olduğu kadar Kürt coğrafyasındaki toplumsal hareketlerde de değişimler yaşanıyor. En kapsamlı örnek olan Demokratik Toplum Kongresi ve Mezopotamya Sosyal Forumundan en minör örneklerden biri olan Kürt hareketi içinde Lgbtt aktivistlerin veya anarşist ve liberter düşüncelerin yaygınlaşmasına, sivil toplum örgütlerinin gelişiminden bağımsız bir kadın hareketinin oluşumuna kadar her alameti göz önünde bulundurduğumuzda artık terminolojimizi de değiştirmemiz gerektiren başka mücadelelerle karşı karşıyayız. Otoriter bir ulusal sol örgüt olan PKK’nin ruhani lideri konumundaki Abdullah Öcalan’ın çeşitli yazılarında devletçi söylemi eleştirmesini, bir entelektüel kafa karışıklığı ya da takiye olarak almayacak ve anlamaya çalışacaksak, dünyadaki sistem karşıtı hareketlerin radikal söylemde yol açtığı derin ve geri dönüşsüz kırılmaya ayak uydurma girişimi olarak değerlendirmek ilginç olabilir. PKK’nin Latin Amerika’daki ve Hindistan ve Nepal gibi ülkelerdeki gerilla hareketlerine benzer bir yoldan geçtiğini, ulusal kimlik mücadelesine odaklı savaş stratejisinden kademeli olarak siyasal temsil kanallarını genişletmek isteyen, Kürtlerin artık sadece homojen bir ulusal kimlikten ibaret olmadığının ayırdına varmış, bu yüzden de farklı öznelliklerin ve mücadele alanlarının ortaya çıktığı bir toplumsal hareketler ağının PKK hegemonyasından sıyrılmaya başladığı bir dönüşümün yaşandığından söz etmek mümkün. Böyle bir dönüşümün mevcut siyasal temsilcilerin otoritesini sarsacağını öngörebilecek bir önderliğin bu olası yönelimlerle tarihsel bir uzlaşmaya girmesi ve siyasi projede katılımcı demokratik olarak yeniden yapılandırılacak yerel yönetimler üzerinde kendisini gösterecek, liberter sosyalizme yakın bir yapısal bir dönüşüm geçirmesi zorunluluk olarak kendisini dayatmış olabilir. Fakat ilk elde görülen şu ki bu yeni yol açma denemesi, bariz kavramsal ve siyasal tutarsızlıkları kendi içinde barındırıyor. Zira önderlik yapısının hali hazırdaki varlığı ve hegemonyası ile ortaya attığı ve harekete benimsetmek istediği söylem çelişiyor.[12]
Bugün Kürt hareketinin siyasal mücadelesinde görmeye başladığımız şey radikal bir siyasal alanın, hareket tarzları birbiriyle çekişen hatta çatışan öznelliklerin bir arada varoluşuna gittikçe daha fazla imkân tanıyan bir alan olmasıdır. Öteden beri bu siyaset alanını var eden şey, siyasetten dışlanmış olanların, bütün yıkıcılıklarıyla siyasete doğru akın etmesi, devlete huruç etmesidir. Bu alanın çeşitlenmesi, içerebileceği bütün olanakların açığa çıkması bu alanın dolayısıyla bu alanı kuran öznelerin meşruluğunun olumlanmasından geçiyor. Nasıl Kürt olmak bir kimlik olarak sabitlenemezse, Kürt hareketi içindeki siyasal özneler de türdeş bir öznelliğin tabiiyetindeymiş gibi kurgulanamaz. Bu ise, söz konusu genişlemenin hareketin türdeş bir yapıda olmadığını ve bundan sonra da olamayacağını kabul etmekten geçiyor.
Kürt hareketi içinde farklı siyasal öznelliklerin ortaya çıkmaları, ancak onların kendi çabalarıyla açıklanabilir, yoksa oradaki hegemonik güçlerin icazet vermesiyle değil. Kürt hareketinin içerdiği siyasal olanakları zenginleştirecek ve özgürlükçü siyaset biçimlerini açığa çıkaracak olanlar da bu özneler olacaktır. Bu siyasette hangi tonun baskın, hangisinin azınlık olduğuna bakıp, azınlık güçlerin oluşturduğu kaçış çizgilerini bütünüyle baskın tonun belirlenimindeymiş gibi görmek sadece dışarıdan konuşmak olur.

Siyasetin Değişen Anlamı
Sistem karşıtı hareketlerin bugünkü aşamasında, siyasetin tanımının aşağıdan ya da tabana dayalı örgütlenmeyle ortak anlama geldiğini söylemek aşırı olmaz. Siyasetin, gündelik algılanışında, devlet işleri ya da yönetim biçimi olarak algılanması, onun içini boşaltır. Siyasetin (politika) antik yunandaki kökensel anlamına eleştirel bir geri dönüşle doğrudan demokrasinin teorisini oluşturan Bookchin’le paralel şekilde Ranciere de siyasetin devlet işleri ya da iktidarı ele geçirilme mücadelesine indirgenmesine karşı çıkar. “Siyaseti iktidara sahip olma mücadelesiyle ve iktidar pratiğiyle özdeşleştirmek, onu daha baştan hesaptan düşmektir.”[13] Ranciere bu sürecin kenara itilmişlerin ayağa kalktıkları ve artık kendilerine biçilmiş kaderi, kimlikleri reddederek hayatları adına karar vermeye başladıkları uğraklar ile bunu takip eden eylem ve örgütlenme süreçleri olduğunu söyleyebiliriz. Siyaset, yalnızca bir egemenliğin tesisi ve bunun yeniden onaylanması (hali hazırdaki temsili demokrasi) olarak sınırlar içine kapatıldığında sıradan insanlar, bu sınırların dışına çıkıp, siyasetin alanını genişletmek için kurumsal siyaset yollarını zorlayan ve gündelik hayatın her yerini siyasallaştıran dönüştürücü eylemlere girişirler. Egemenliğin kendi mantığı açısından siyaset, devam eden merkezi iktidar yapılarının içinde hangi güç odağının kendisini temsil edecek kanallar yaratacağının kurumsal mekanizmaları olarak biçimlenir. Sıradan insanlar açısından ise siyaset, onların üstünde bir hâkimiyet tekniği olarak kurgulanmış olan bu siyasetin kenarına itilmişlerin ayağa kalktıkları kendilerini yok sayan bu siyasal alanı genişlemeye zorladıkları, kısaca sınırları ihlal ederek çatışmacı bir biçimi devreye soktukları uğraktır. Kimdir bu sıradan insanlar? Erkek egemen düzenin kamusal alandan dışlamayı ve ev içi emek sömürüsü süreçlerine hapsettiği kadınlar, kendilerine ait karar verme yetisinden yoksun görülen çocuklar ve gençler, hâkim ulus kimliğinin dışta bıraktığı etnik kimlikler, bir ülkenin vatandaşlık haklarından mahrum tutulan göçmenler, işçiler, işsizler, güvencesiz çalışanlar. Genel ve soyut bir çoğunluk değil ama sonu gelmez şekidle iktidar ilişkilerinin ürettiği azınıklar. Deleuze’ün deyişini hatırlayalım: “Çoğunluk hiç kimsedir, azınlık herkestir.”

Sonuç Niyetine, Sol Liberalizmin Başka Bir Eleştirisi
Türkiye’de güncel radikal / sistem karşıtı siyasetin en tartışılan konularından birisi sol liberalizm. Diğer tartışma olan Kemalist ulus devletçiliğin hegemonyası zaten ağır bir sarsıntı geçiriyor olduğundan ötürü onu hâlâ radikal siyasetin karşısına dikilen belirleyici engel olarak görmek anakronik bir hale geldi.
Sol liberalizm, genelde iki uçtan birbirine yönelen fiili ittifaklarla ya da söylemsel karışmalarla kendini gösteriyor. Birincisi kimlikler sorununa ve demokratikleşme sürecini kimliklerin mevcut siyasal sistem içinde temsil imkânına kavuşturmaya yönelik bir siyasayı izleyen ve bunun içinde ordunun siyaset üzerindeki vasiliğini altüst etmeyi birinci aciliyet olarak tarif etmeyi hemen hemen bir siyasal program seviyesinde sunan siyasal liberalizmin savunucusu entelektüel çevre. Kürt sorunu, azınlıklar ve onların vatandaşlık hakları, aleviler ve dini cemaatlerin kamusal alandaki etkinliklerinin önünün açılması önde gelen meseleler arasındadır bu yaklaşımda. Bu siyasal liberalizmin katı ulus devletçi bir çerçeveyi ya da Kemalist modernleşme zihniyetini aşındırmayı hedef aldığı onun ortalama iddiaları arasındadır. Sol liberalizmi, sola liberalizm noktasından eklemlenen bu unsurlar ile liberalizme sosyalist soldan eklemlenen diğer unsurların oluşturdukları bir yelpaze olarak tarif edebiliriz. Sol liberalizmin sosyalist kanadı, daha ziyade sosyalist mücadelenin önünün açılmasını sağlayacak demokratik standartları temin eden asgari hukuki zeminin oluşması ve güvence altına alınması açısından meseleye yaklaşıyor. Bu yüzden de Avrupa Birliğine giriş için gerekli düzenlemelerin hükümetlerce yapılmasını da öncelikli gündem maddelerinden birisi olarak savunuyor.
Kürt hareketinin yarattığı toplumsal mobilizasyon, hareketi yönlendirici iç kuvvetleri ve hegemonik aktörleri aşacak bir doğrultuda, aşağıdan yatay örgütlenmeleri eklemleyerek, çağdaş anti-kapitalist hareketlerin geldiği noktaya varmak üzere. Bu noktada sorunu ulus-devlet çerçevesi içerisinden, parlamenter reformlarla ya da AB’nin talep ettiği uygun hukuki düzenlemelerle çözülebileceği yanılmasını yaygınlaştıran sol liberalizmin eleştirisi, anti-kapitalist hareketlere içkin doğrudan demokratik ve komünalist eğilimlerle yapılabilir.
Zira bugün Türkiye ve Kürdistan’daki toplumsal hareketleri, gayri resmi, içkin bir özgürlükçü siyaset formundan alıkoyacak yön saptırması Kemalist ulus-devletçilikten ya da onun müttefiki konumundaki bazı sosyalist eğilimlerden gelmiyor. Asıl saptırma, özgürlükçü kavramları bir negatif özgürlük tasavvuru üzerinden şekillendirmekte olan sol liberalizmin sol kanadından geliyor. Bu sol kanat sol liberalizm, dünyadaki sistem karşıtı hareketlerin 70lerden sonra bürokratik sosyalizmlere yaptığı eleştirileri liberal tarzda devşirerek, taban hareketlerine yönelik bir motivasyonu beslemek yerine, anti-kapitalist devrimci bir özgürlükçü anlayışı, sözüm ona otoriter solun eleştirisi iddiasıyla kalıcılaştırdı. Bundan çıkan sonuç ise, demokratikleşme ve haklar mücadelesini sınırlı bir radikal demokrasi arayışı içinde ifade etmek halini aldı. Kürt hareketine yönelik akıl vermelerle de kendisini gösteren bu yaklaşım, hareketin içinden gelecek içkin bir özgürlükçü eleştiriyi de sol liberal bir mecraya akıtma etkisi yaratmakta. Ne yazık ki bunun Kürt hareketinin siyasi önderleri arasında da alıcıları var. Otoriter solun olduğu kadar sol liberalizmin de siyaset tasavvuru, toplumsal hareketleri siyasetin o klasik alanına geri fırlatmaya teşebbüs ediyor: yani devlet işleri ya da iktidardan pay alma mücadelesi olarak siyaset. Bu ise siyasetin ezilenler açısından reddinden başka bir şey değil.
Ranciere’e kulak verelim: “Siyasal olan iki ayrı türden sürecin karşılaşmasıdır. Birincisi hükümet sürecidir. Cemaat halinde insanların bir araya gelişini ve rızalarını örgütlemekten ibarettir ve temelinde yerler ile görevlerin hiyerarşik bir dağılımı vardır. Bu sürece polis adını vereceğim.
İkincisi ise eşitlik sürecidir. Herhangi birisinin herhangi bir başkasıyla eşit olduğunun varsayılması ve bu eşitliğin doğrulanması kaygısının kılavuzluk ettiği pratiklerin oyunundan ibarettir. Bu oyunu anlatacak en uygun ad, özgürleşmedir.[14]
Sol liberalizm ve ulus-devletçi siyasi çizgiler, ezilenlerin özgürleşme sürecinde siyaseti polis hattında saptırmaktan başka bir işlev görmüyorlar.


Dipnotlar


[1] 19. Yüzyılın sosyalizm çeşitliliğini anlatan tarih çalışmalarının yanı sıra ana noktaları ve dönüşüm uğraklarını sunan sistemli ve tarihselleştiren bir yaklaşım için bkz. Immanuel Wallerstein, “Sistem Karşıtı Hareketlerin Tarihi ve İkilemleri” G. Arrighi, I. Wallerstein, S. Amin, A. G. Frank (Der.), Büyük Kargaşa: Yeni Toplumsal Hareketlerin Krizi, İstanbul: Alan, 1993, ss. 10-53. ve W.G. Martin, Toplumsal Hareketler 1750-2005, İstanbul: Versus, 2008.
[2] Burada neden anarşizmi, özgürlükçü sosyalizm ve özgürlükçü komünizmin toplumsal mücadeleci geleneği olarak tarif ettiğim açık: başlangıcından itibaren bir devrimci toplumsal felsefi ve siyasal akım olarak anarşizm (toplumsal gelenekleri) ile toplumsal devrimle ilgili bir projesi olmayan bireyci anarşist eğilimleri birbirinden ayırıyorum. Birincisi yoğun toplumsal hareketler olarak örgütlenirken diğer devrimci akımlarla önemli farkları olmasına karşın yakın akraba bir siyaset geleneği içinden ortaya çıkar. Burada basitçe Bookchin’in formüle ettiği toplumsal anarşist yaşam tarzı anarşizmi ayrımına yaslanmıyorum. Farklı olarak, anarşizmi, tüm sosyalist, komünist akımların içinde yer aldığı daha geniş tarihsel şebekenin bir parçası olarak, yani mülkiyet karşıtı, radikal eşitlik ve özgürlük anlayışına yaslanan devletsiz toplumsallık biçimlerini arayan en eski heretik dini akımlardan, komüniteryan ve özgürlükçü halk hareketleri mirasına kadar yayılan bir deneyim içine yerleştiriyorum.
[3] Miladi bir nokta olarak değil ama dramatik bir artışı tetikleyici bir uğrak olarak Seattle 99’u alırsak, on küsur yıldan beri dünyayı değiştirme meselesini doktrinlerin çerçevesi dışına çıkararak ya da melez biçimler yaratarak tartışan ama hepsi de devletçi siyaset paradigmasını terk etmekte olan devrimci metinlerdeki çoğalmayı, bunlar arasındaki eş zamanlılığı ve ilişkisel tartışmayı dikkate almalıyız. Jacques Rancière veya Alain Badiou gibi komünist filozofların çalışmaları, Negri Hardt’ın İmparatorlukÇokluk ve Commonwealth üçlemesi; Holloway’in İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek ve Kapitalizmi Yarın kitapları gibi otonomist Marksist metinler, Kojin Karatani’ninTranskritik kitabı, Katılımcı Ekonomi (Michael Albert ve Robin Hahnel gibi) üzerine yapılan çalışmalar, politik ekoloji alanındaki teorik üretimler, feminist ve queer çalışmaların ve politikaların giderek daha keskin bir radikalizm sergilemeleri, katılımcı, doğrudan ya da kapsayıcı demokrasi (Takis Fotopoulos) teorileri, anarşizm üzerinde devasa bir militan ve akademik külliyatın birikmesi gibi buraya sığması mümkün olmayan genişlikte militan düşünce üretiminin, içerdikleri bütün farklara rağmen hepsi de kapitalizmin aşılmasını radikal bir eşitlikçilik, radikal bir özgürlükçülük ve hiyerarşik olmayan siyasal örgütlenme biçimlerine bağladıklarını kaydetmek gerekiyor.
[4] Immanuel Wallerstein, “Sisteme Karşı Yeni İsyanlar”, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=281
[5] Claus Offe. "Yeni Sosyal Hareketler. Kurumsal Politikanın Sınırlarının Zorlanması," Kenan ÇAYIR (ed.), Yeni Sosyal Hareketler, İstanbul: Kaknüs, 1999.
[6] Bu söylediklerim için en güncel örnek Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf’ın eşcinselliğin hastalık olduğuna dair beyanatları ve ikinci olarak da geçtiğimiz aylarda toplanan Aile konferansıdır. Bu konunun iktidar açısından nasıl bir siyaset içerdiğine dair çok taze ve güçlü bir analiz yazısı için bakınız: Emrah Göker, “Devletin Evanjelist Aygıtları”, Express, Ocak 2011, sayı 116, s. 18-21.
[7] Gilles Deleuze, Issız Ada ve Diğer Metinler, çev. Ferhat Taylan - Hakan Yücefer, Bağlam Yayınları 2009, s. 432
[8] Cornelius Castoriadis, Marksizm ve Devrimci Kuram, çev. Hülya Tufan, İletişim Yay, 1997, s. 25. ayrıca Castoriadis, “Günümüzde Marx”, Dünyaya, İnsana ve Topluma Dair, çev. Hülya Tufan, İletişim Yay, 3. Basım, 2005. Benzer bir tartışmayı yapan Badio da bir doktrine ya da örgütlenme geleneklerine alışkanlıklarına değil, devrimci projeyi hareket ettiren motivasyona ve onun şimdiye dönük eleştirisine ve geleceğe dönük tasavvuruna, en önemlisi dünyayı insanların kendilerinin değiştirebileceğine olan bağlılığa sadakate vurgu yapıyor. Alain Badiou, “Sadakata Sadakat: Eski Siyaset, Eski Örgütlenme Biçimi Doygunluğa Erişince”, Mesele, Sayı 9, Eylül 2007, ss: 31-33.
[9] Günümüz anti-kapitalist hareketlerinin nitelikleri üstüne analitik bir çalışma için bak. Simon Tormey, Yeni Başlayanlar için Anti-Kapitalizm, çev. Ümit Aydoğmuş, Everest Yayınları, 2004.
[10] Marx’ın kapitalizm analiziyle ulus-devlet karşıtı bir özgürlükçü komünizmi ve Proudhon’u birleştiren istisnai bir çalışma için bak. Kojin Karatani, Transkritik Kant ve Marx Üzerine, çev. Erkal Ünal, Metis 2008, s. 41.
[11] “Tarihsel olarak biz şunu anladık ki, içinde bulunduğumuz tekil durumları anlamak için tümel terimlerle düşünmeyi kavramak gerekir. Oysa şu ana dek toplumsal bir değişim hipotezi, her zaman için, sanki bu tümel soyut bir globallikmiş gibi, somut durumların üzerindeymiş gibi işlev gördü.” Miguel Benasayag ve Florence Aubenas, Direnmek Yaratmaktır, çeviren: Işık Ergüden, Versus Yayınları, 2007, s. 2.
[12] İrfan Aktan’ın “Teoride ve Pratikte Özerklik” isimli yazısında, demokratik toplum kongresi çalıştayı sonrasında ortaya çıkan eleştirileri ve muhtemel gelişmeleri değerlendirdiği oldukça toparlayıcı yazısında, konuya dair eleştirilerini zikrederken Öcalan’ın yaklaşımları hakkında düpedüz iyimser bir aşırı yorum yapıyor: “Öcalan, aslında alternatif küreselleşme hareketlerinin temel argümanları üzerinden bir tarif yapıyor” diyerek kendisini alıntılıyor. Bunu söylerken, alternatif küreselleşme hareketlerinin başta gelen özelliğinin liderlik içeren temsil yapılarını ve siyasal partilerin dışındaki tabana dayalı hareketler olduğunu bilerek ihmal ediyor gibi. Kürt hareketi içinde, bağımsızlaşma eğilimi gösteren yeni sosyal hareketlerin önderliğe rağmen oluşması ayrı bir şeydir, bu hareketlerin merkezden yürütülmesi ayrı bir şeydir.
[13] Jacques Rancière, Siyasalın Kıyısında, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Metis Yayınları, 2007, s. 139.
[14] Jacques Rancière, a.g.e. s. 71. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder