12 Haziran 2011 Pazar

Ayrı Diller Ortak Acılar: Siyasal Şiddetin Açmazlarına Karşı Özgürlükçü Bir Birlikteliğin Koşullarını Yaratmak - K. Murat Güney


Qijika Reş Dergisi / Sayı:3

12 Eylül darbesinin planlayıcıları kendilerini darbenin hemen ardından başlayabilecek olası bir silahlı direniş senaryosuna göre hazırlamışlardı. Ne var ki, sadece darbecilerin değil daha birçoklarının beklediği böylesi bir silahlı direniş ve iç savaş hiç yaşanmadı. Bu en azından Türkiye’nin batısında böyle oldu. Darbe, daha en baştan uyguladığı kaba şiddetle, hayata geçirdiği kapsamlı sansür ve yasaklarla, fişlemelerle, gözaltılarla, işkenceler ve infazlarla her türlü siyasi alternatifi ve direniş ihtimalini sindirmeyi başardı. İlerleyen yıllarda Türkiye’nin batısında darbenin fiziksel şiddetinin yerini söylemsel bir şiddet aldı ve farklı dünyalar, farklı Türkiyeler düşünme ve bunu hayata geçirme ümidi YÖK’üyle, MGK’sıyla, yeni eğitim müfredatıyla, Türk-İslam senteziyle kurumsallaşan şiddet tarafından tekrar ve yeniden bastırılmaya çalışıldı.

Türkiye’nin batısında tüm bunlar yaşanırken, Türkiye’nin doğusu darbeyi ve sonrasını çok daha başka bir biçimde tecrübe etti. Cuntacı generallerin darbenin hemen ardından ve ülkenin batısında bekledikleri silahlı ayaklanma dört sene sonra ülkenin doğusunda başladı. Böylece, 70’li yılların sonlarında Türkiye’nin hemen tüm illerinde ilan edilen olağanüstü hal ülkenin batısında darbeyi takip eden yıllarda kaldırılırken ülkenin doğusunda olağan durum halini aldı. Ve 70’li yıllarda beş bine yakın kişinin hayatına mal olan “iç karışıklıklara” son verme iddiasıyla kendini meşrulaştıran 12 Eylül rejimi Türkiye’nin doğusunda 50 bin cana, yıkılan yakılan yüzlerce köye ve milyonlarca insanın zorunlu sürgününe yol açtı.

Türkiye’de Kürt meselesi üzerine yazılanların birçoğu etnik ve kültürel ayrışmalar üzerinde durur, bundan sonra bir arada yaşamanın koşullarının da farklı etnik ve kültürel oluşumlara saygı göstermek temelinde mümkün olabileceğini öne sürer. Çok daha az sayıdaki çalışma ise sorunun etnik veya kültürel özsel farklılıklarla açıklanamayacağını, Türkiye’nin batısıyla doğusu arasında 80 sonrası yaşanmışlıklara dair büyük uçurumun aynı zaman dilimi ve aynı ülke sınırları içinde farklı iki tarih ve aynı olayları anlatırken kullanılan farklı iki dil yarattığını ortaya koyar. Devletin kaba şiddeti ve ona karşı silahlı direnişin, sorgusuz işkencelerin, yargısız infazların, zor yoluyla tehdit ve sindirme anlayışının yaşamın her alanını belirlediği bir coğrafyada insanların siyaset yaparken veya sadece kendi kendini ifade ederken dahi artık farklı bir dil kullanması söz konusudur artık. Bunca şiddet, kayıp ve yıkıma tanıklık etmenin olan biteni anlatırken kullanılan kelimelerin daha farklı seçilmesine yol açması herhalde kaçınılmazdır. Böylece aynı ülke sınırları içinde git gide birbirinden uzaklaşan iki farklı tarih ve iki farklı anlatı ortaya çıktı. Olan biteni 80’li ve 90’lı yıllar boyunca ülkenin batısında “Perde Arkası” gibi programlardan izleyenler ve yaşananları uzun yıllar boyunca gazetelerden bir kardeş kavgası değil de vatan savunması adına “askerlerin teröristleri dağlardan temizlemek” üzere sürdürdüğü bir operasyonlar dizisi olarak okuyanlar için Habur’dan giriş yapan PKK üyelerini karşılayan kalabalığın coşkusunu veyahut “taş atan Kürt çocuklarının” dilini ve tepkisini anlamak ve anlamlandırmak bugün oldukça zordur. Aynı 80’li ve 90’lı yıllar boyunca her sabah savaş uçaklarının sesiyle uyanan, her gün evinin yolunda kimlik kontrolüne maruz kalan, sokak ortasında işkence gören, en yakınlarının cenazelerine dahi el konulan, köyleri yakılan ve boşaltılanlar içinse artık devlet, asker, güvenlik ve adalet gibi kelimeler ülkenin batısındakilerin anladığından çok daha farklı çağrışımlar yapmaktadır.

Bu ayrışmaya sadece gündelik hayatta kullanılan dilde değil aynı zamanda siyasal uygulamalarda da göze çarpmaktadır. Ülkenin batısında gerçekleşen bir siyasi gösterinin anlamı ve sınırları ile hala yer yer olağanüstü hal döneminden kalan uygulamaların sürdürüldüğü ülkenin doğusunda gerçekleşen bir gösterinin anlam ve sınırları artık oldukça farklıdır. Devlet “terörle mücadele kanunu” gibi yasalarla ve polisin bu gösterilere yaklaşımı ve uygulayabileceği şiddetin ölçüsünü belirleyen düzenlemelerle Türkiye’deki sol siyasetle Kürt siyasetini birinden ayırmıştır. Polisin solcu öğrencilerin ve gençlerin eylemleriyle Kürt öğrencilerin ve gençlerin eylemlerine bakışı, müdahale biçimi dâhi farklıdır. Sadece devlet tarafında değil Türkiye’deki siyasi aktörlerde de böylesi bir dilsel ayrışma hatta Türkiye soluyla Türkiye’deki Kürt hareketi arasında adeta bir kopuş söz konusudur. Devletin nazarında yalnızca Kürt olarak tanımlanmak bile bugün siyasal dışlanma ve devlet şiddetine maruz kalmaya yol açabilmektedir. Böyle bir ortamda, sadece ulusalcılar değil birkaç istisna dışında liberal Türk solcuları da kendilerini siyasal şiddet ve bununla ilgili tüm tartışma, olası sıkıntı ve baskılardan uzakta tutabilmek, “bu işe bulaşmamak” uğruna Türkiye’de Kürtlerin yaşadığı sorunlara ya tepeden bakan bir yaklaşım benimsemiş ve son derece yüzeysel bir dille tekrar tekrar Kürtleri “milliyetçi olmakla” ve “şiddetin siyasetini yapmakla” suçlamış, sorunu bir insan hakları meselesine indirgemiş ya da konuya mümkün olduğunca ilgisiz kalmayı tercih etmiştir.

Tüm bunlar Türkiye’de tarihsel deneyimlerin ve siyasal süreçlerin anlamlandırılması noktasında yaşanan ayrışmanın ne kadar derin olduğunu gösteriyor. Eğer ülkenin batısı ve doğusu arasındaki tek dilsel fark Türkçe ve Kürtçe arasındaki fark kadar olsaydı sorunun çözümü belki biraz daha kolay olurdu. Ama bugün bir arada yaşama umudu karşısındaki belki daha büyük bir engel halklar arasında karşılıklı güven ve birbirini anlama noktasında gitgide büyüyen bir tarihsel ve dilsel uçurum.

Bu yazının son bölümünde, işte bu denli radikal bir tarihsel ve dilsel ayrışmanın ardından yine de bir arada yaşamanın nasıl yeniden mümkün olabileceğini, bu birlikteliğin hangi siyasal biçim altında daha özgürlükçü potansiyeller taşıyacağını tartışmaya çalışacağım. Ama ondan önce biraz olsun Türkiye’deki bu toplumsal ayrışmanın kökenlerine, siyasal şiddetin ortaya çıkışına, tanımına ve açmazlarına değinmek istiyorum.

Şiddetin Tanımına Dair Bir Eleştiri:
Şüphesiz Türkiye’deki bu toplumsal, tarihsel ve dilsel ayrışmanın kökeninde, yaşanan şiddetin halen sürmekte olan etkileri var. Bu noktada bir parantez açıp gündelik dilde sıklıkla ve sorgulamaksızın kullanılan “şiddet” kavramının aslında politik olarak oldukça yüklü ve ideolojik bir kavram olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Bugün baskın olarak kullanılan ve mutlak olarak olumsuzlanan şiddet tanımı aslında liberal ideolojinin “her türlü siyasal ve toplumsal sorunun demokratik yollara gündeme taşınabileceği, müzakere edilebileceği ve diyalogla çözülebileceği” varsayımından hareket eder. Bu liberal varsayıma göre şiddet, demokratik diyalog ve müzakerenin tam karşıtı ve ötekisidir. Liberal ideoloji, şiddeti, insan hayatına ve mülkiyete zarar vermeye yönelik “fiziksel şiddete” ve “kaba kuvvete” indirger ve siyasal şiddeti amaçsız güç kullanımı anlamında kullanılan “vandalizm” veya “terörizm” gibi kavramlarla eşitleyip mutlak olarak dışlayarak bu tepkisel şiddete yol açan çetrefilli siyasal koşulları ve ilişkileri görünmez kılar. Böylece örneğin küreselleşme karşıtı eylemlerde sadece kapitalizmin sembolü olarak seçtikleri şirketlere ait mülklere ve polis araçlarına saldıran anarşist eylemcilerin tepkileri siyasal gerekçelerinden ve sembolik anlamlarından soyutlanarak basitçe “şiddet ve vandalizm” olarak etiketlenir. Ne var ki, iddia edildiğinin aksine gerçekte liberal demokrasi altında her şey müzakere edilebilir değildir. Bilakis, liberallerin önerdiği demokrasinin sınırları son derece nettir: Bu sınırlar, devletin siyasal egemenliği, ulus-devlet modeli ve kapitalist mülkiyet ilişkileridir. Liberal demokrasiler içinde devletin egemenliği ve şiddet tekeli, ulus-devlet modeli ve kapitalist mülkiyet ilişkileri asla müzakereye ve tartışmaya açık değildir. Türkiye’de Kürtlerin yaşadıkları sorunlar ise tam da bu bahsi geçen liberal demokrasinin sınırlarının ötesindeki konularla ilgilidir. Kaldı ki, siyasal rejimi darbe anayasalarıyla belirlenmiş ve otoriter devlet geleneğinin sürdürücüsü olan Türkiye’nin bir liberal demokrasi olduğunu iddia etmek de pek mümkün değildir. Son 26 yıl boyunca Türkiye’de devlet Kürt sorununun çözümü için kaba kuvvet ve askeri operasyonlara başvururken kendi eliyle müzakere ve diyalog yolunu kapattı. Devletin, sorunları diyalog yoluyla gündeme getirmek isteyenleri dinlememesi, Kürtlerin siyasal varlığını yok sayması, sorunlarını görmezden gelmesi, ana dillerini yasaklaması, her türlü uzlaşma yolunu ve barışçıl siyasi girişimi bastırması ise belki fiziksel şiddetten de çok daha etkili bir biçimde şiddetin ve baskının gündelik hayata yayılmasına yol açtı. Dolayısıyla bölgede yaşanan şiddetin aldığı bu türden farklı biçimleri göz önünde bulundurmaksızın ve şiddetin farklı gerekçelerini ve anlamlarını sorgulamaksızın birtakım liberal yazarlar gibi sadece bölgede gerçekleştirilen silahlı eylemleri ve askeri operasyonları basitçe “şiddet” olarak kategorize etmek şiddetin farklı boyutlarını, gündelik hayata ve yaşamın her anına nüfuz eden yansımalarını göz ardı eden son derece eksik ve yetersiz bir tanımlama olacaktır.

Siyasal Şiddetin Açmazları:
Walter Benjamin’in şiddet tanımı ve eleştirisinden yola çıkarsak şiddeti kabaca ikiye ayırabiliriz. Bunlar var olan düzenin kendi varlığını sürdürmek için uyguladığı şiddet yani devletin “düzen-koruyucu” şiddeti ve varolan düzeni dönüştürüp yeni bir düzen kurmayı amaçlayan “düzen-kurucu” şiddettir[1]. Teorik olarak bu şiddet türleri arasından siyasal düzen-kurucu şiddetin çıkış noktası taraflar arasındaki ilişkinin zor kullanmaksızın dönüştürülemeyeceğine olan inançtır. Herhalde bu noktayı en açıklıkla dile getiren düşünür Frantz Fanon olmuştur. Hem Hegel’in efendi-köle diyalektiğine dair tezlerinden hem de Marx’ın burjuva sınıfı ve işçi sınıfı arasındaki diyalektik çatışmaya dair kuramlarından oldukça etkilenen bir düşünür olan Frantz Fanon devrimci şiddete dair yaklaşımlarını 60’lı yılların sömürgecilik karşıtı hareketine uyarlar[2]. Bu noktada yerli halkların kendi toprakları üzerinde egemenlik ve bağımsızlık sağlamaları için devrimci şiddetin gerekliliğinin altını çizer. Fanon’a göre tıpkı efendi ve köle, burjuva ve işçi sınıfı arasında olduğu gibi sömürgeci ile sömürülen arasında da hiçbir ortak dil, hiçbir diyalog imkânı ve hiçbir uzlaşma ihtimali söz konusu değildir. Sömürgeci Avrupalılar asla sömürgelerindeki çıkarlarından kendiliğinden vazgeçmeyecekler, sömürge halklarını birer köle olarak kullanmaktan ve gerekirse yerli halkları yok etmekten çekinmeyeceklerdir. Dolayısıyla Fanon’a göre sömürgeci ve sömürülen arasındaki bu ilişkiyi ortadan kaldırmanın tek yolu devrimci şiddete başvurmak ve zor yoluyla Avrupalı sömürgecileri sömürge ülkelerinden çıkarmaktır. Fanon’un ve daha birçok düşünürün dile getirdiği bu ve benzeri görüşler sadece 60 yılların sömürgecilik karşıtı mücadeleleri tarafından değil aynı zamanda 70’li yıllardan itibaren yükselen devrimci sol hareketlerce de benimsenmiş, aynı yıllarda Türkiye’de de silahlı devrimci örgütlenmeler yaygınlaşmaya başlamıştır.

Burada önemle belirtmek gerekir ki, tüm bu kuramsal çerçeveyi geliştirirken Fanon’un çok önemli bir de kaygısı ve uyarısı vardır. Ona göre devrimci şiddet ancak efendi-köle, sömürgeci-sömürülen ilişkisini tamamen ortadan kaldırdığı zaman başarıya ulaşabilir, aksi halde bir zamanların sömürüleni, alt ettiği sömürgeciyi taklit edecek ve kendisi bir sömürgeci kopyasına dönüşecektir. Dolayısıyla Fanon’a göre siyasal şiddetin esas hedefi tek tek sömürgeci güçleri değil sömürgeci-sömürülen ilişkisini yok etmektir. Yani amaç, eski sömürgeci tarafından “tanınmak” değil ortada artık sömürülenlerin de sömürenleri de olmadığı yeni bir düzen kurmaktır. Tam da bu yüzden Fanon ulus-devlet modeline şüpheyle yaklaşır, sömürgecilik karşısında savunusunu yaptığı Afrika kıtası üzerinde ulus-devlet modelinin ötesinde farklı halkların bir arada yaşadığı bir birlik kurmayı önerir. Ne var ki, tarih Fanon’un kaygılarını haklı çıkarır. Ve Fanon’un sömürgecilik karşıtı bağımsızlık savaşı boyunca desteklediği Cezayir, bu savaşta alt ettiği Fransa’nın siyasal modelini taklit eden bir ulus-devlet olarak başvurusunu yapar ve ancak o zaman Fransa tarafından “tanınır” ve Birleşmiş Milletler’deki yerini alır. Ve Afrika, bir kardeş halklar birliğinden ziyade sömürgeci güçlerin ulus-devlet olma peşinde koşan halkları birbirine karşı kullanmaya devam ettiği bir savaş alanı olmayı sürdürür.

Burada Fanon’un anlatılarından yola çıkarak kısaca değindiğim devrimci şiddete dair kuramsal yaklaşımlar, aslında bizlere çok da uzak olmayan bir toplumsal gerçekliği anlatmaktadır. Türkiye’de de devlete karşı çıkan ve toplumsal yapıyı dönüştürmek için düzen-kurucu şiddete başvuran devrimci örgütler amaçlarını sömüren-sömürülen ilişkisini ortadan kaldırmak yerine alt ettikleri devlet tarafından muhatap alınmak ve eşit bir güç olarak tanınmak olarak belirlediler. Böylece zaman içinde devlet tarzı katı hiyerarşik örgütlenme modelini, devletvari otoriter bir yönetim biçimini ve tıpkı devlet gibi içindeki farklılıkları ve farklı sesleri birer zenginlik değil zayıflık olarak gören anlayışı benimsediler. Kısacası başlangıçta başka bir yol olmadığı için son çare olarak başvurulan bir “araç” olmasıyla meşruiyet kazanan düzen-kurucu siyasal şiddet,  “devlete karşı ancak tek ses tek yumruk olursak yani tam da devlet gibi olursak direnebiliriz” mantığıyla içindeki tüm alternatifleri, muhalefeti ve farklı sesleri bastırıp bir noktadan sonra tıpkı devletin yaptığı gibi kendi varlığını sürdürmek için bir “amaç” haline gelen “düzen-koruyucu” şiddete dönüştü genellikle. Halbuki birçok sömürgecilik karşıtı özgürlükçü düşünürün altını çizdiği gibi devrim, sömürgecilerin yanında yeni sömürgecilerin veya devletlerin içinde yeni devletlerin yaratılmasıyla değil sömürgeci-sömüren ilişkisinin ve devletçi otoriter, tektipçi, hiyerarşik örgütlenme biçiminin ortadan kaldırıldığı, kimsenin başkası adına karar almadığı, mümkün olduğunca katılımcı, farklılıkları tartışmaya açan yeni toplumsal ve siyasal ilişki biçimlerinin ortaya çıkmasıyla gerçekleşmiş olacak.

Bu anlamda, aradan geçen şiddetle dolu bunca yıl boyunca, Kürt siyasal hareketi içinde ilk başta Türkiye devletini ve şiddetini sorgularken bu sorgulamayı devlet ve otorite kavramlarının ve otoriter ilişki biçimlerinin ta kendisine yönelten, örgütlü ama devletleşmemiş ve devlet gibi katılaşıp kurumsallaşmadığı için farklılıklara açık kapı bırakmış bir damarın gelişmiş olduğunu da görebiliriz. Bu damar bugün bölgede, sadece devlet şiddetinin değil erkek ve kadın, yaşlı ve genç, insan ve doğa arasındaki eşitsiz ilişkilerin eleştirel bir biçimde sorgulandığı, git gide daha çok insanın bu tartışmalardan haberdar olup katıldığı yeni platformların oluşturulmasına ön ayak olmakta. Yeter ki, tüm bu zengin tartışmalar tek bir boyuta, “ya bizdensin ya da devletin hizmetindesin” ikili karşıtlığına indirgenmesin.

Bu noktada, siyasal düzen-kurucu şiddetin bir diğer açmazının siyasi mücadeleyi “ya bizdensin ya onlardan”, “ya hep ya hiç”, “ya tam istiklal ya ölüm” gibi ikili karşıtlıklara indirgemesidir. Zira siyasal anlaşmazlığın bir ölüm kalım meselesi olarak görülmesi ve silahlı çatışmaya dönüşmesi ancak taraflar arasındaki karşıtlığın mutlak olduğu durumlarda mümkündür. Böylece savaşan taraflar iki mutlak karşıt kutup olarak kurulur. Böylesi bir kutuplaştırmanın en önemli sorunlarından biri bu kutuplaşmada taraf olmak istemeyen veya arada kalan kişi ve grupların bir taraf tutmaya zorlanmasıdır. Ya Türksündür ya da Kürt. Yahut ya devlettensindir ya da örgütten. Arası kabul edilmez, birinden olmayan öbüründen sayılır. Bu konuda herhalde en büyük sıkıntıyı çatışmalar boyunca hem devlete karşı duran hem de PKK’ye mesafeyle yaklaşan Dersimli Aleviler yaşamıştır. Elbette onların dışında da sayısız örnekler mevcuttur. Bu denli katı bir kutuplaşmanın bir diğer sorunu da siyasal mücadeleye taraf olan grupların sanki hiç değişip dönüşmeyen özsel kültürel-etnik yapılarmış gibi varsayılmasında yatar. Yani bir anlamda taraflar otantize edilir. Tek bir değişmez ideal Türklük biçimi ve normu ve tek bir değişmez ideal Kürtlük biçimi ve normu tanımlanır ve her grup kendi mensubundan kendisi için önceden belirlenmiş davranış kalıplarına göre hareket etmesini bekler, uymayanlara yaptırım uygular. Tüm bunlar bu yazının başında belirttiğim bugün Türkiye’de birbirini anlamakta güçlük çeken iki farklı dilin konuşulmasına zemin hazırlamıştır. Halbuki, yerelde ve tabanda tüm bunlar olurken sömürgeci-sömürülen ilişkisini ve otoriter devlet yapısını yıkmak için değil düşman olarak tanımladığı sömürgeci devlet tarafından muhatap alınmak ve tanınmak için siyasal şiddete başvuran örgütsel yapıların liderleri aslında bu şiddeti devletle müzakerelerin yolunu açmak için bir yöntem, bir baskı aracı olarak görürler. Daha önce değindiğim Cezayir örneğinde de Türkiye’de de, dünyanın daha birçok çatışmalı bölgesinde de bunlar yaşanmış, çatışmaların en yoğunlaştığı ve halklar arasında en yoğun düşmanlık ve ayrışmaların yaşandığı dönemler aslında savaşan tarafların siyasi liderlerinin veya temsilcilerinin kendi aralarından en yoğun müzakereleri gerçekleştirdiği dönemler olmuştur.

Şüphesiz insanlar arasında anlaşmanın yolu müzakere ve ikna ile gerçekleşir. Bu noktada siyasi liderler, aslında hiçbir ulus için tam bağımsızlığın veya mutlak egemenliğin söz konusu olmadığını da dünya üzerinde yaşayan tüm halkların birbirileriyle ilişkili ve birbirine bağımlı olduğunu da ve bugün mutlak olarak kutuplaşmış savaşan tarafların yarın bir gün orta bir yol bulmak üzere oturup konuşacağını da çok iyi bilmektedir. Ne var ki, savaşta canını ortaya koyması için öne sürülen genç bedenlere böyle söylenmez. Onlara söylenen daha önce belirttiğim “ya bizdensin ya onlardan”, “ya hep ya hiç”, “ya tam bağımsızlık ya ölüm” seçeneklerinden birini seçmek zorunda olduklarıdır. İnsanlardan, bağımsız, egemen ve özgür bir dünyada yaşayabilmeleri için savaşmaları, bu savaşta gerekirse ölmeleri beklenir. Daha iyi bir dünyada yaşamak için ölmek…

Ölüm, siyasal şiddetin en büyük açmazıdır. Çünkü tüm bir siyasal çekişme içinde geriye dönüşü olmayan, herhangi bir pazarlık ve müzakere ile tersine çevrilemeyecek tek durumdur ölüm hali. Ölüm, uğruna savaşılan amacın gerçekleştiği bir dünyada yaşama ihtimalinin yok olmasıdır. İşte tam bu noktada bu çelişkiyi aşmak, yitirilen hayatların boşuna olmadığını ortaya koymak için tek tek insanların hayatından daha değerli olduğu varsayılan aşkın anlatılar ve yaşamın öte dünyada sürdüğüne dair inançlar devreye girer. Şehit kavramı ve şehitliğin yüceltilmesi işte böylesi koşullardan beslenir. Şehitlik aslında dine, Türkiye özelinde de İslam dinine ait bir kavramdır ve İslam dininin varlığını sürdürmesi uğruna savaşırken ölen kişiye öteki dünyada cennetin vaad edildiği inancına dayanır. Öte yandan, temel amacı içinde yaşadığımız bu dünyayı hemen şimdi değiştirmek ve dönüştürmek, eşitsizliklere ve sömürü ilişkilerine bir yol bulup bugün burada son vermek olan ve öteki dünyayla hiçbir ilişkisi olmayan devrim düşüncesi, Türkiye özelinde bir şekilde kendi şehitlerini yaratmıştır. Türkiye’de yaşanan acıların çokluğu, siyasi idealleri uğruna öldürülenlerin arkalarında bıraktıkları yıkımın ağırlığı, yitirilen canların geri gelmeyeceğini bilmenin verdiği büyük üzüntü belki de ancak kaybedilenlerin “devrim şehitleri” olarak anılmasıyla bir nebze olsun hafifletilmeye çalışılır. “Devrim şehitlerine” vaad edilen öte dünyadaki cennet değil bu dünyada aynı mücadeleye baş koymuş yoldaşlar ve halklar tarafından saygıyla anılmaktır. Yine de ister öte dünyadaki cennet ister bu dünyada saygıyla anılmak vaad edilsin, şehitlik olgusunun esas mesajı aslında bu dünyadan göçenlere değil bu dünyada kalanlaradır. Şehidin kendi hayatını ardında kalanlar için feda ettiği düşüncesi, her şeyden önce geride kalanlar üzerinde bir borçluluk hissi uyandırır. Bundan daha da önemlisi, geride kalanlara, eğer şehitlik yolunu seçerlerse aynı şekilde yüceltilecekleri ve öldükten sonra bir kahraman olarak saygıyla anılacakları vaad edilmiş olur. Böylece hem borçluluk hissi hem de şehitliğin yüceltilmesiyle geride kalanlara verilen mesaj “ölümün yaşamdan daha değerli olabileceğidir.” Kısacası şehitliğin yüceltildiği bir toplum, yaşam karşısında ölümün yüceltildiği ve bu dünyaya dair taleplerin ikinci plana itildiği bir anlayışın oluşmasına neden olur. Halbuki, bugünkü düzeni dönüştürmeyi amaçlayan siyasi mücadelelerin amacı hemen şimdi şu anda içinde yaşadığımız bu dünyada daha adil, daha eşitlikçi, daha özgürlükçü, daha mutlu bir şekilde hep birlikte yaşamayı deneyimlemek, böylesi bir dünyada soluk alıp vermek değil midir?

Düzen-kurucu siyasal şiddetin işte en büyük açmazı daha adil ve özgür böylesi bir yaşam uğruna bazı yaşamların ortadan kaldırılabileceğini, bazı yaşamların da feda edilebileceğini hesaba katmasıdır. İnsanlar ölür, devletler ve örgütler ölmez. Ölenler için hayat bitmiştir. Ama siyasi liderler müzakere etmeyi sürdürür. Bu müzakereler yitirilen canların en yakınlarının gözleri önünde gerçekleştiğinde bugün sıklıkla tanık olduğumuz, şehit annelerinin “oğlum boşuna mı öldü? Oğlum, siz bir gün düşmanımla aynı masaya oturasınız diye mi canını verdi?” feryadı duyulur. Ölen oğulların ve kızların boşu boşuna ölmediklerini o anneye anlatmanın ancak iki yolu olabilir. Bunlardan birincisi hiç müzakere etmemek ve tarafların birbirlerini nafile bir çabayla tamamen yok etmeye çalıştığı, şehitliğin ve ölümün yüceltildiği bir siyasi anlayışı sürdürmektir. Anneleri çocuklarının ölümlerinin boşuna olmadığına ikna etmenin diğer yolu ise bu ölümlerden ve yıkımlardan çıkardığımız acı dersin bizlere her türlü şiddete son vermemiz gerektiğini öğrettiğini ve kendi çocuklarının ölümünün bundan böyle başka annelerinin çocuklarının asla ölmeyeceğinin teminatı olduğunu gösterebilmektir. Evet, bugüne kadar yaşanan bunca acı, üzüntü ve yıkımın bizlere öğrettiği bir şey varsa o da bundan böyle artık ölümün ve şehitliğin değil yaşamın ve hayatta kalmanın yüceltildiği bir siyaseti el birliğiyle kurmamız gerektiğidir.

Yaşanan şiddete dair deneyimlerin, kayıpların ve ölümlerin geri döndürülemezliği gerçeğinin gölgesinde aynı topraklar üzerinde aynı kavramları birbirlerini artık anlayamayacak kadar ayrı anlamlarda kullanan, adeta iki ayrı dili konuşan halkların bundan sonra nasıl bir arada yaşamayı sürdüreceği sorusu karşısında bugün ortak acıları üzerinden şehit annelerinden ve barış annelerinden küçük de olsa bir grubun bir araya gelmesi geleceğe dair önemli bir umut ışığıdır.

Acıları Paylaşmak, Birlikte Yaşamak:
Bu yazının başında Türkiye’de çatışmaların ve şiddetin Türklerin ve Kürtlerin bir arada yaşamasının önüne çektiği setleri, yaşananları farklı deneyimlemekten dolayı ortaya çıkan iki farklı dilin halkların birbirini anlamasını zorlaştırdığını ifade etmiştim. Birbiriyle git gide ayrışan bu farklı iki dili ortaklaştırmanın önünde şüphesiz birçok engel var. Ama bu engeller arasında birisi var ki, eğer bir arada yaşamak mümkün olacaksa ilk önce bunun aşılması gerekiyor. Bu da tıpkı bir araya gelen bir grup şehit annesi ve barış annesinin yaptığı gibi evvelce düşman taraflarda yer almış olanların birbirlerinin acılarına saygı göstermesi, birbirlerinin acılarının tam anlamıyla eşit ve ortak olduğunu açıklıkla kabul etmesidir.

“Acılara saygı göstermek” kesinlikle bir tarafın diğerine “acıması” demek değildir. Çünkü acımak, eşitler arası bir ilişki değildir. Acımak, iktidar sahiplerinin tebaalarına insaf ve merhamet göstermesi demektir. Yani acımak bir tahakküm ilişkisi biçimidir. Halbuki, Türkiye’deki birçok liberal ve solcu yazar ve düşünür “Kürtler’in acılarını anlıyoruz” derken Kürtlere acırlar. Devletten Kürtlere sahip çıkmasını, merhamet göstermesini talep ederler. Baskın Oran gibi liberal solcu yazarlar, TESEV gibi liberal düşünce kuruluşları tam da bu anlayışın bir tezahürü olarak Kürt sorununun devlet tarafından bir “azınlık” sorunu olarak değerlendirilmesi gerekliliğinde ısrar ederler[3]. Oysa ki, Kürtleri bir “azınlık” olarak tanımlamak, yaşanan acıları eşitlemek değil, bir kez daha Kürdistan halklarının kaderini çoğunluğun iktidarına, yani onlara bunca acıyı yaşatan Türk devletinin düzenlemelerine, hoşgörüsüne, insaf ve merhametine terk etmek demektir. Kürtleri “azınlık” olarak tanımlamak Kürdistan halklarının kendi yaşamlarını ve geleceklerini kendilerinin belirleme hakkını yani egemenliklerini yok saymak anlamına gelir. Halbuki, acıların ortaklığının kabul edilmesi ve böylece ortak bir dil yaratılması ancak güçler arasında eşitlik ile güvence altına alınabilir. Bu noktada, Kürtlerin bir azınlık olarak değerlendirilemeyeceğini birçok Kürt siyasetçi de açıkça dile getirmiştir.

Bu da demokratik özerklik kavramının tartışılmaya açıldığı bu dönemde bu özerkliğin siyasi boyutunun da önemle düşünülmesi gerektiğinin gösteriyor. Halkların birbirleriyle nefret veya acıma gibi duygularla değil acılarda ortaklık, saygı ve eşitlik temelinde birlikte yaşabilmesi için iktidarın tek merkezde, tek elde toplanmasının tehlikelerini ortaya koyan anarşist eleştiriyi de gündeme taşıyan federasyon ve benzeri her türlü siyasal modelin bugün enine boyuna tartışılması gerekiyor. Öte yandan, herkesin yaşadığı bölgelerde gündelik yaşamlarını belirleyen karar alma mekanizmalarına mümkün olduğunca çok katılımını öngören halk meclislerinin gündeme gelmesi, siyasal çıkarları insan hayatının önüne koyan siyasi liderlik mekanizmalarının ortadan kaldırılmasına ve böylece bir daha bu acıların yaşanmasının önüne geçilmesine önemli katkılar sağlama potansiyeli taşıyor.

Demokratik özerklik tartışmalarında genelde ihmal edilen önemli bir konu da özerkliğin ekonomik boyutu. Acıların ortaklığının kabulü ve halklar arasında karşılıklı eşitlik ve saygı temelinde ortak bir dilin oluşturulması ancak devletin bugün halkla kurduğu ekonomik tahakküm ve bağımlılık ilişkilerinin ortadan kaldırılması ile mümkün olabilir. Halklar arasında eşitlik ve ortaklık, ancak ekonomik kaynakların denetiminin doğrudan halk tarafından yapıldığı ve halkın kendi kendine yeterliliğinin güvence altına alındığı zaman hayata geçebilir. Bugün bölgede yaşayan nüfusun çok büyük bir bölümü AKP hükümetinin denetimindeki sosyal yardımlaşma vakıflarının ve yeşil kart mekanizmasının sağladığı sosyal yardım ve hizmetlere bağımlı olarak yaşıyor. Hükümetin bu yardımları yoğun bir biçimde bir siyasal şantaj malzemesi olarak kullandığı da biliniyor. Sosyal yardımlar konusunda merkezi hükümetin kurduğu bağımlılık ve tahakküm ilişkileri özerkliğin inşa edilmesine ve halkların karşılıklı eşitlik ve saygı ekseninde bir araya gelmesine değil, toplumun acıma, insaf ve merhamet ekseninde daha da çok ayrışmasına yol açıyor. Dolayısıyla merkezi hükümetin yardımlarına muhtaç olmamak için ilk etapta ne kadar zor gözükse de bölgenin var gücüyle kendi kaynaklarını halkın ihtiyaçlarını karşılamak için seferber etmesi gerekiyor. Zira ekonomik özerklik sağlanmadan halklar arasında eşitliğin ve ortak bir dilin kurulması mümkün değil.

Nefretin, şiddetin ve bunların başka bir biçimi olan acımanın diliyle birbirlerinden ayrıştırılan, dilleri karşıtlaştırılan halklar belki de ancak acılarının ortaklığında yeniden bir araya gelebilir. Bu da ancak siyasal egemenliğin halk tarafından daha çok paylaşılması ve mücadelenin bundan böyle ölümden sonrasına dair vaadler için değil şimdi şu anda içinde yaşadığımız bu ülkede herkesin kendi hayatları üzerindeki kararları almakta daha katılımcı, daha etkin olması için verilmesi ile gerçekleşebilir.

[1] Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, aynı isimli kitabın içinde, Metis Yayınları, 2010
[2] Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Versus Kitap, 2009 (Türkçede ilk baskı Sosyalist Yayınları, 1994)
[3] Baskın Oran, Türkiye’de Azınlıklar, Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama, İletişim Yayınları, 2004. Baskın Oran’ın bu kitabı Türkiye’de Kürt sorunu ve benzeri siyasi anlaşmazlıkları açıkça bir “azınlıklar sorunu” olarak tanımlama noktasındaki en kapsamlı ilk girişimlerden biri olsa da aslında liberal ideolojinin kalıpları içinde fikir yürüten birçok yazar ve kuruluşun çok daha uzun bir süreden beri Türkiye’deki Kürt sorununa bir azınlık sorunu olarak yaklaştığı görülebilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder