20 Ocak 2012 Cuma

Şark, Doğu Ya Da ‘Ora’ Kadınlarının Evi - Evrim Alataş

Qijika Reş Dergisi Sayı:4

Uzaktaki evin tanımlaması ve algılanması, oraya yaklaşımı, dili ve argümanları da belirler. Bu sebepten başlarken, kafadan söylemek istiyorum, “Sizin Doğu dediğiniz, bizim için Kuzey’dir!” Bu yazı bir miktar “siz” ve “biz” yazısı olacak. Bu dili tutturmadan sanırım yazıyı döşeyemeyeceğim. O sebepten, okuyucunun kendisini nereye konumlandıracağı çok önemli. İlla da üstünüze almayın bu “siz” hitabını. Bu sadece benle ilgili, beni rahatlatacak bir kavram. Üstüne alınacaklar olursa, bu da beni bahtiyar eder. Umudum odur ki, birileri bu işaret parmağının kendisine doğrultulduğunu fark eder, hisseder…

“Ev”, feminizmin önemli bir kavramıdır. Üzerinde tartışılır. Bahsini ettiğim bu tartışma, “ev içi emek” tartışması değil, kadının evi, evcimenliği ve sokağa çağrı tartışmalarıdır. Fakat ben buna fazla dalmayacağım. Daha ziyade politikleşen Kürt kadını ve Kürt kadını için “ev”in ne anlama geldiğine değineceğim. Başlarken bir yandan da düşünmekteyim, ben bu koca cüsseyi nasıl anlatacağım diye. Çünkü Kürt kadınını irdelemek, salt gündelik yaşamı, gelenekleri, siyasi hareketliliğiyle bir irdelemeye sınır vermiyor. Eğer kavramları ta başından sert de olsa oturtursak, işte o zaman hem yazı hem de ufkumuz rahatlayacak. “İşgal”, “sömürge”, “ilhak”, “savaş”, “çatışma” kavramlarından uzak durarak bir yere varmak mümkün değil. Zaten tam da bu nedenle “Kürt kadını” diye bir mevzu doğuyor. Savaşarak ve mağdur olarak kendisini duyuran kadınlar… Ve elbette kendi içinde de sıçraması gereken yüzlerce eşik, yüzlerce engel olan kadınlar. Hem içerden hem dışardan bakmak, işi daha da zorlaştırıyor. Yani, geleneksel çarkın dişlileri arasında ezilen, bir yandan kendi erkeğiyle mücadele ederken, ya da edemezken, öte yandan bir ulusal hareketlilik içine girip, başka bir şiddetle yüzleşenler; okuma yazma bilmedikleri için hayatın basamaklarını zıplayamayan ama hangi dilin okuma yazmasını öğrenecekleri hususunda ikinci bir engelle karşılaşanlar… Bu, Kürt kadınının yaşamının zorluklarını ifade ettiği oranda, Kürt kadınına yaklaşım ve değerlendirme konusunda da ciddi problem oluşturuyor. Şimdi ben, Türkçe yazan bir Kürt kadını olarak, bir yandan Kürt kadınlarının eşikler atlamasını savunurken, öte taraftan hangi dille bu eşikleri atlayacağının sancısını birebir yaşıyorum. İşte bütün bunlardan dolayı, meselenin zor ve sert olduğunu peşinen bilmeliyiz. Böylece ileriki satırlarda karşılaşacağınız sertliklerin de haberini vermiş olayım.

Birkaç yanıyla ele almaya çalışalım. Biri, Kürt kadınının bugünkü durumu, “içinde bulunduğu durum” diyerekten daha da negatifleyebiliriz ama şu an bunu tercih etmeyelim. İkincisi, Kürt kadınının dışardan algılanması ve tanımlanması. Üçüncü ve daha feci olanı, müdahale kısmı…
Birinci kısım… Toplumları kendi geleneksel, kültürel ve sosyolojik özellikleri ile değerlendirmek gerekir. Dışarıdan bakış, en moderninden en gelenekseline kadar tüm toplumlar için “yabancı” bir gözdür ve çoğunlukla sağlıklı sonuç vermez. Yani, tarlada doğurup, bebeğinin göbeğini kesen ve sırtında o çocuklar çalışmaya devam eden bir kadına dışarıdan bakan bir göz, bunun feci-korkunç-ürkütücü olduğunu düşünür. Peki, hemen bitişik tarlada çalışan kadın için bu aynı oranda feci midir? Hayır… Öyleyse daha genel kavramlarla bakmamız gerekir. Peki, genel kavramların belirleyicileri kimlerdir? Kentliler… Modernize olanlar. İş burada karman çorman olur. İçinden çıkılmaz hale geliyor. Belirleyen kimdir, belirlenen ve gözlemlenen kimdir? “Beyaz adam” durumuna düşmek var burada. İşte bu “beyaz adam”, “beyaz kadın” kısmına sonra geçeceğiz. Şimdi mevcuduna bakalım…
Cumhuriyet’in laboratuar ortamlarında ürettiği kadınlar fantezimizi es geçerek, öyle cepheye mermi taşıyan “bebeli” kadınlar kısmını bir kenara bırakıp, sistematik olarak ayrımcılığa uğrayan, içine kapatılan, mütemadiyen çeşitli yöntemlerle terbiye edilmeye çalışılan ve bütün bunlara başkaldırdığı anda da “töre” çemberinde değerlendirilip, hele ki eline silah aldığı vakit “bitli orospular” sıfatıyla anılan Kürt kadınına bakalım biz.

Oryantalistliğe düşmeme adına geleneksel yapıyı savunacak değiliz elbette. Geleneksel yapının ayrıca tek kırılma eşiğinin olduğunu da savunamayız. Yani “modernleştirilip, terbiye edilmek” sureti ile kırılmaz geleneksel yapı. Geleneksel yapı, şekillendiği andan itibaren dışa açılma fırsatı bulmadan, içe büzülenlerin yarattığı bir dokudur ve doğal değildir. İşte Kürdün hikâyesi de böyledir.
“Cepheye mermi taşıma” oranında isyanlarda da yer alan, isyan sonrası sürgünler, katliamlardan çıkan, her bir “balyoz” ile yeniden içine büzüşen, “modernleşme” diyeceğimiz süreçleri kendi olağanlığı içinde değil, “entegrasyon” diye estetize edilen asimilasyonla geçiren bir toplumdan bahsediyoruz. Ve Cumhuriyet’ten bu güne defalarca kez kanla bastırılmış ayaklanmaların toplumundan… Ayaklanmaları ve savaşları değerlendirirken salt siyasi bakmamak gerekir. Her isyan arkasında “arızalanmış” bir toplum bırakır. Her balyoz, cüsseyi daha da küçültüp içe doğru büzüşmesine neden olur. Ve geleneksel yapısı “pespayelik” olarak değerlendirilen her toplum, kendi sosyal örgüsüne sıkı sıkıya sarılır. Haliyle, geleneksel yapıyı “cinayetler ve ölümler üreten cahiller topluluğu” olarak değerlendirirsek, bu algı devam eder.

Kürtlerin bugünkü geleneksel dokusunda kadınların yaşadığı fecaati reddedebilir miyiz? Elbette hayır… Elbette ki korkunç cinayetler işleniyor, felaketler yaşanıyor. Fakat bunu da değerlendirirken “töre”leri gereği böyle davranan bir toplum olarak bakmamalıyız. Töre, bir toplumun geleneğinin adıdır. Ama bu bir töre değildir. Bu, Ortadoğu toplumlarının tümünde olan, İslam esaslarıyla şekillenip, cehaletle kuvvetlenen namus algısıyla ilgilidir. Haliyle bu, Kürdün adıyla eş olamaz. Ve bütün bu olup bitenleri değerlendirirken, yıllarca yaşanan savaşın insanlar üzerinde yarattığı tahribatı esgeçemeyiz. Kürt kadınlarının doğurganlığını “cahillik” ve “geleneksellik” ile açıklayanlar, en büyük hatayı yaparlar. Çünkü bilmek gerekir ki, dünyada, savaşın yaşandığı tüm coğrafyalarda doğurganlık artmıştır. Bu, yok olma tehlikesi yaşayan toplumların güdüsel olarak verdiği bir reflekstir. Yani, ölen binlerce genç çocuğa bakmadan doğurganlığa saplananlar bence dürüst değillerdir. Bilimsel de yaklaşmıyorlardır.


Siyasallaşan Kadın

Bütün bu töre, namus tartışmalarının arasında dikkate alınmayan, görülmeyen bir şey var ki bence akılları çorbaya çevirmeli: Siyasallaşan Kürt kadını…
Benim de hala anlamaya çalıştığım, oldukça enteresan bir şey var ki, köylerde, geleneksel evlilikleri bekleyen genç kızların dağa çıkması… Burada, geleneksel evlilikten kaçtığı için dağa çıkmış gibi bakmayalım, öyle okumayalım. Demek istediğim, geleneksel evlilikle belki hayatını devam ettirecek bir genç kadının, dağa çıkıp eline silah alması, erkeklerle iç içe yaşaması ve gittikten sonra da artık bütün o geleneksel ve sosyal yapıdan arındırılmış bir bakış açısı ile ailesi ve çevresi tarafından kabul görmesi… Öldüğünde “şehit” sayılması, yaşadığında “kahraman”… Bugün ordu kurmuş durumda Kürt kadınları… Binlerce kişiden oluşan bir ordu. Böyle uzaktan bakıp töre ve namus çemberi içinde değerlendirirken Kürt kadınını, onların başlattığı sorgulamaları ve ulaşmış oldukları siyasal eşiği gözardı edemeyiz. İşte tam da bu noktada bazı alıntılar yapmak istiyorum. Bu ordudan bir kadının sözleri, Feride Alkan’ın: Kadın olmanın bilincine ulaşmak, Kürdistan gerçeğinde ve aslında genel olarak erkek egemenliğinin yaşamın her anında binbir hakaret gibi kendisini hissettirdiği Ortadoğu toplumunda, hiç de zor değildi. Ve bu gerçeklik içerisinde Kürt kadınları için kadın olmak, en az Kürt olmak kadar mücadele gerekçesiydi. “Kadın köledir” tıpkı ‘Kürdistan sömürgedir’ gibi bir mücadele manifestosu olmaya açıktan gebeydi. Sömürge olmak Kürt kimliği, dili, düşüncesi, davranış serbestisi üzerinde ne kadar çıplak bir baskı idiyse, köle olmak da kadın kimliği, dili, düşüncesi, davranış serbestisi üzerinde o kadar çıplak bir zor aracı, baskı aracıydı. Kürdistan toplumunda, kadın ve gençler üzerindeki erkek egemenlikli sistemin en kaba, en baskıcı şekilde kurumlaştığı feodalitenin, sömürgecilikle de beslenmiş en geri biçimi olarak yaşanıyordu. Dolayısıyla Kürt kadınları olarak ‘Kürdistan sömürgedir’ realitesi üzerinden mücadeleye başlamak hiçbir zaman ‘kadın köledir’den bağımsız, ayrı olmadı.”

Bu sözlerden de anlaşıldığı üzere dağa giden ya da meydanları dolduran Kürt kadınlarının, “ev”lerine döndüğü anda yaşadıkları, her ne kadar “siyasal üst başlık”ın altında kalıp, sonradan çözülmeye bırakılmış problemler gibi görünüyor olsa da, “ev” kavramını, kadının gündelik olarak içerisinde yaşadığı çatı kavramından çıkarıp, bir coğrafya olarak ele almak gerekiyor. En azından Kürt kadını için bu ne yazık ki böyle. Ne yazık ki diyorum çünkü yıllara yayılan çatışmalı süreç, siyaseten kadını örgütleyip ayağa kaldırmış olsa da çatılar altında yaşanan trajediler, devam etmekte. Azalarak da olsa devam etmekte. Ve gördüğüm kadarıyla Kürt erkekleri şu an sadece Kürt siyasi hareketinden korkmakta. Ya da onun etkisiyle dönüşmekte. Aynı şekilde feminizmin de Ortadoğu ya da Kürt kimliği, toplumu ile yorumlanması gerekmekte. Çünkü feminist akımların yeşerdiği coğrafyalara baktığımızda, tıpkı reel sosyalizm gibi bir paket haline getirip, “Buraya da uyar” diyemeyiz. Kentleşmiş kadının ihtiyaçları ile savaş yaşanan geleneksel bir toplumun kadınlarının ihtiyaçları ne yazık ki örtüşemez, örtüşemiyor. Bu noktada yine aynı kişiden alıntı yapacağım: “Verili toplumda, kadın da erkek de çözümsüzlüğü, kendine yabancılığı ifade etmektedir. Bu toplumun kadını da erkeği de olmayı kabul etmek, insanın kendisine en büyük hakaretidir. Öte yandan klasik ulusal kurtuluşçu ve sosyalist devrimlerin kadın sorununa pragmatist, devrime kadar kendine hizmet sınırlarında gelişimine izin veren, devrimden sonra da eski yerine gönderen yaklaşımlarını eleştirdiğimizi, bu anlamda kadın özgürlüğü sorununda en çok da ulusal kurutuluşçu ve sosyalist devrimlerin kadın yaklaşımlarının eleştirisi üzerine kendimizi şekillendirdiğimizi belirtmeliyim. Yani biz ne sosyalist ve ulusal kurtuluşçu devrimler gibi kadın sorununa pragmatist yaklaşan, sorunun çözümünü devrim sonrasına bırakan anlayışta olmalıydık, ne de burjuva sınıfı sınırlarında seyreden, burjuva demokratik hakların talebiyle sınırlı kalan, bu yönüyle de kapitalizme yedeklenen, onun sistemini besleyen feminizmin batı yorumunu kabul etmeliydik. Dolayısıyla devrimimiz, aynı zamanda bir kültür devrimiydi, sosyal devrimdi. Siyasal talepleri, öncelikleri ağır bassa da özellikle kadın özgürlüğüyle sosyal yönü tamamlanmaya çalışıyordu.”


Kürt Kadınına Yaklaşım

Haşa sizlerden, af buyurun, işte zurnanın zırt dediği yer burası, yani bu ara başlık kısmı. Çünkü bu kısımda anlatacaklarım trajik ve traji-komiktir. İsmet Paşa dönemi belgelerini okuyanlar varsa bilir. İsmet Paşa’nın raporlarında, bölgede yapılan incelemeler sonucunda yöre halkının çiçeği burnunda Cumhuriyet’ten çok uzak oldukları ve bir an önce derlenip toparlanmalarından bahsedilir. Çünkü Cumhuriyet öncesinde ve erken Cumhuriyet dönemlerinde ha bire ayaklanan bu “şakiler”, kimi zaman “inlerine” topladıkları cemaat ile Cumhuriyete başkaldırmış ve defalarca kez bozguna uğradıkları halde bir türlü terbiye edilmemişlerdir. Ol sebepten, bu bölgelere Türklüğü yaymak üzere derhal seferler yapılması gerektiğinden çok bahseder. Askeri seferlerin yerini bu kez enteresan yöntemler alır. Mesela İç Anadolu ve Karadeniz bölgelerinden insanlar getirilip yerleştirilir köylere ki çevrelerini etkilesinler. Ya da buradan insanlar başka yerlere gönderilir. E tabi ne olur sonuçta, bugün Van ve Hakkâri bölgesindeki Lazlar’da olduğu gibi Laz melodileriyle Kürtçe türküler söylenir. İşte bu seferberlik ve terbiyeleme ruhu bugün hala devam etmekte. Kimi kurumlar gelip direk buralara yerleşip kadınların kordonlarını bağlatmak için çocuklara okul yardımında bulunmakta, kimileri ise uzaktan yazarak çizerek, “ahlı vahlı” ve pek duygulu bir biçimde “kurtarılması gereken topluluğa” içerlerler.

Çatışmalı ortamda köyleri yakılan, tecavüze uğrayan, başına olmadık iş gelip de şimdi şehir varoşlarında ekmek bulamayan binlerce insanın tek sorunu doğurdukları çocuklar olduğundan, bu kordon bağlatma mevzusu pek popüler buralarda. Ve tabi “haydi kızlar okula” kısmı.
Yıllar önce ÇATOM’lardan birinin başkanıyla görüşmüştüm, annesinin kordonunun bağlanması koşulu ile kız çocuğuna burs veriyorlardı. “Peki, nasıl takip edeceksiniz, bu paranın bu kız çocuğuna harcandığını” diye sormuştum. Onun bir önemi yoktu. Annenin kordonu bağlanmış ya, yeter. “Peki o paranın diğer çocuklara lahmacun parası olmayacağı konusunda bir bilginiz var mı” diye sordum, ona da cevabı yoktu, bildiği ve ezberlediği tek şey, annenin artık doğuramayacağıydı. Tabi bir söz vardır ya, paranoyak olmam takip edilmediğim anlamına gelmez diye. Genelkurmay’ın yayınladığı “bir vakit sonra nüfusları bizimkini geçecek” sözleri, bu tür “misyoner” teşkilatların pek ilgi alanına girdi. Ve GAP projesi kapsamında “terbiyelenen” kızların yazılarından oluşan bir kitap çıktı hatırlayan olursa. 8 Mart’ı kadınlara armağan ettiği için Mustafa Kemal’e minnet borçlu olan kızların tümünün dünyasında, özgür kadın olmak eşittir Türk kadını olmakla özdeşleşti. Yani, Türkleşmek eşittir modernleşmek ve köylülüğün çemberinden çıkmaktı. Ve tabi okuma yazma öğrenmek…

“Haydi Kızlar Okula” kampanyasının aynı zamanda bir hızlandırılmış asimilasyon kampanyası olduğunu kim düşündü? Peki, bunun alternatifi kaba bir biçimde “kızlar okumasın, asimile olmayalım” mıdır? Hayır ikisi de değil. Üçüncü seçenek gerekir. Bu çocuklar kendi dillerini öğrenerek okumalıdırlar. Medeniyet, Türkleşmek değildir. Bu yaklaşımın ikinci bir ayağı daha var ki benim sinirlerimi yerinden oynatan kısımdır. Edebiyatçıların, senaristlerin, dizicilerin şunun bunun ilgi alanına giren ve yine laboratuar ortamında üretilen Kürtler. Vahşi, seksi, kapalı, ilgi çeken, kaba, kıllı ve güzel kaşlı erkekler, onlarla samanlıkta sevişen, peşlerinde silahlı adamlar dolanan, amma ve lakin birden kafadan Murathan Mungan şiirlerini de okuyan kızlar, laptoplu ağalar… Bu işin çirkef yanı. Daha sinsi ve tehlikeli olanı ise edebiyat ürünleri. Dizileri izleyerek kitap yazan edebiyatçılarımız, benim en fazla karnımı ağrıtanlardır. Mesela “Var git bubanı çağır” diye yazanlar, acaba duymuş mudur bir Kürdün “buba” dediğini. Be hey ablalarım ağabeylerim, hiç düşünmediniz mi bu tipik bir İç Anadolu şivesidir. Dizilerde yalancı yazmalar başlarına bağlayıp da “oyyyy oy” diye ağlayan kadınlar yok burada. Burada yüzünü tırmalayıp dizlerini döven kadınlar devri bile kapandı. O kadar çok ölümüz var ki, yasımız ve matemimizin şekli değişti. Burada ölen bir çocuğun anasına Kürtçe derler ki “Başın sağ olsun”, o da der ki “Ülke sağ olsun!” İşte iş bu kadar serttir! Kimsenin artık ağlamadığı kadar sert…
Öyle yatak odalarında yaşanan fanteziler, oryantalizmden öte bir şey değildir. Ve sanırım artık İstanbul ve İzmir’in düzenli çarkları içerisinde yazacak konu bulamayanlar, kendilerine ölülerinden bereketli bir coğrafya seçip, oraya dalmayı daha bir “yatırımsal” buluyorlar. Ve bizim Kürdümüz, “Way sana kurban olayım, buraları yazmış, inşallah barışı da getirirsin” diye yakalarına sarılıyor yazarların. Ve işin bu kısmı korkunç bir riyakarlık taşıyor.
Demiştim, “zurnanın zırt dediği yer” burası. Bu “evin” içinde neler yaşandığını anlatmak üzere kurgulandı bu yazı. Neleri anlatabildim, neyi kotarabildim bilemiyorum, fakat bu “sıcak olmayan yuva”nın çatısı altında yaşanan seksi fantezileri bir kenara atıp, bu koca coğrafyada yaşanan trajediye bakacak gözlere ihtiyaç var. Önce anlamaya, sonra anlatmaya ve değerlendirmeye… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder