8 Eylül 2012 Cumartesi

1 Eylül’de Roboski’yi Yeniden Hatırla(t)mak - Ramazan Kaya


“Hayatta kalma anı aynı zamanda iktidar anıdır. Ölümün karşısında duyulan dehşet, ölen bir başkası olunca tatmine dönüşmektedir” [Elias Canetti]

1 Eylül Dünya Barış! Günü vesilesiyle Türkiye Barış Meclisinin Roboski’de gerçekleştirdiği anma etkinliğine Van’dan giden dört kişi olarak bizde dâhil olduk. Hem devletin o unutulmaz katliamının cereyan ettiği bölgeyi görmek, hem de o unutulmaz acının yaşayan ortaklarını yakından tanımak isteğiyle o tekin görünmeyen! yollara düşünmeden düştük. Yolun dolambaçlı ve ıssız güzergâhı boyunca gördüğümüz her manzara nutkumuzun kesilmesine, bizi büyülemeye fazlasıyla yetti. Kısacası devletin yıllarca uyguladığı hiçbir güvenlik stratejisinin sonuç vermediği, Tanrının bile hâkim olmasının mümkün görünmediği bir coğrafyadan geçiyorduk. Eruh – Şırnak arası yolda bizim arabamızdan başka hiçbir arabanın olmaması, çöken karanlık ve uçurumları yalayan yol, içimizdeki ürpertiyi daha da arttırmıştı. Eruh’un bir köyünde verdiğimiz molada oturan amcalarla biraz muhabbet edip Şırnak’ın girişinde askeri kontrol noktası olup olmadığını Kürtçe sorduğumuzda birlikte gülerek “askeriye değil de gerillanın yol kontrolü olabilir” cevapları karşısında “nerde bizde o şans” deyip yolumuza devam ettik. Şırnak’a varmadan önce yol kenarında bekleyen üç korucunun sırtlarını bize dönerek yüzlerini saklamayı tercih etmeleri ve arabayı durdurmamaları bizi en çok şaşırtan karelerden biriydi. Yıllardır devletle her türlü suç ortaklığı yapmaktan, kanlı paraları ceplerine indirmekten utanmayan bu para-militer güçlerin o akşam teşhir olmaktan çekinmelerine veya korkmalarına doğrusu bir anlam veremedik. Geceyi Şırnak’ta bir avukat arkadaşın evinde geçirdikten sonra sabahın erken saatlerinde Roboski’ye varmak üzere yola koyulduk.

Uludere yolunu izleyerek Roboski’ye vardık. Anmanın gerçekleşeceği mezarlığa geçmeden önce yolda arkadaşlarımız Vicdani Redçi Halil Savda ve Eko-Anarşist Mirazla karşılaştık. Halil’in Roboski’den Ankara’ya kadar yürüyeceği barış yürüyüşünü bir sevgi yumağı oluşturarak kutladık. Birbirimize biraz takılıp ve bir hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra arkadaşlara sarılarak ayrıldık. En sonunda Roboski’de evin önünde bizi bekleyen Türkiye Barış Meclisinin farklı illerden gelen otuza yakın heyetiyle, katledilenlerin akrabalarıyla ve bazı gazeteci arkadaşlarla buluştuk. En aşina simalardan biri şüphesiz Radikal gazetesinden Pınar Öğünç’tü. Kaçak çay ve sigara eşliğinde Pınar’la ve Diyarbakır’dan gelen arkadaşlarla muhabbet ederken devlete ait bir makam arabasıyla gazeteci Ertuğrul Mavioğlu teşrif etti. O makam arabasının kime ait olduğunu, neden Mavioğlu’na tahsis edildiğini sormaya bir türlü fırsat bulamayınca içimizde cevapsız bir soru olarak kaldı. Daha sonra barış heyeti ve Roboski sakinleriyle birlikte mezarlığa geçtik. Mezarlıkta Barış Meclisi’nden farklı kişiler tarafından Kürtçe ve Türkçe basın açıklamaları yapıldı. Devletin malum katliamı hep birlikte kınandı. Konjonktürel ve sıkıcı politik analizlerden sonra sözü katledilenlerin akrabalarından biri aldı. Devletin kanlı tazminat parasını asla kabul etmeyeceklerini, ömürleri yettiği sürece bu davanın takipçisi olacaklarını ve olayın faillerinin ortaya çıkarılıp yargılanması için ellerinden gelen her şeyi yapacaklarını kararlılıkla vurguladı. Mezarlıkta dikkati çeken noktalardan biri katledilen 34 kişinin mezarından başka mezarın olmaması ve mezarların bu kadar kısa sürede çok düzgün bir yapıda inşa edilmiş olmalarıydı. Fotoğraflarla, sloganlarla, bayraklarla ve sarı kırmızı yeşil renklerle bezenmiş mezarlık tam anlamıyla politik bir parkı andırıyordu.  Konuştuğumuz her kadın son derece güçlü bir politik jargonla ve örgütlü bir duruşla konuşuyordu. Ancak içimizi acıtan en önemli ayrıntı, kadınların ellerine aldıkları fotoğraflarla kameralara ve fotoğraf makinelerine koşturan ve sürekli poz veren bir role alıştırılmış olmalarıydı. Fotoğraf makinesi taşıyan her insana çocuklarının veya kardeşlerinin trajik hikâyesini turizm rehberlerinin tanıtım konuşmalarını andıran şekilde durmadan anlatmaları, medyanın her türlü acıyı estetikleştiren, her türlü mahremiyeti sömürgeleştiren o lanetli gücünün en çirkin semptomlarıydı. Ayrıca her kadının ağız birliği yapmışçasına çocuklarının ilk defa o gün kaçakçılık yapmak için yola çıktığını belirtmeleri ya kaçakçılık işinden utandıklarını gösteriyordu ya da medyanın kaçakçılığı kriminalize eden dilinden etkilenerek çocuklarının ne kadar masum olduğunu kanıtlama ihtiyacı duyuyorlardı. Oysa o geleceği belirsiz çocuklar zaten masumdu ve utanması gerek biri varsa o da yüzsüz ve pişkin Türk devletiydi. Üstelik köyde kaçakçılık yollarında mayına basarak ellerini, ayaklarını kaybeden yaşlı erkeklerin varlığı, kadınların anlattıklarının aksine bu işin kaç kuşak boyunca yapılan zorunlu bir yaşam kavgası olduğunun en somut fotoğrafıydı.

Roboski katliamının yarattığı toplumsal infial ve acının medyadaki temsili gün geçtikçe haliyle pörsümektedir.  Olay, artık farklı politik grupların veya bireylerin görünür olmayı sağladıkları bir politik sahne olmuştur. Bu dehşetli ölümün karanlık ağırlığı çöktüğü mekânı ıssızlaştırırken, medya çağının sessiz sakinlerine de ölümün yaşamlarına ilişmeyeceğinin verdiği rahatlık duygusu eşlik etmektedir. Günümüzde ölümün medyadaki aşırı temsillerine gittikçe alışan ve ölümü hayatlarına hiçbir biçimde değmeyen, ölümü toplumsal, ahlaki ve politik olarak dünyalarına daima uzak bir yabancı olarak gören bir insanlık tablosuyla karşı karşıyayız. Artık “ölüm olağandışı bir olay, bir aşırılık, bir sapma, bir skandal olarak temsil edilmektedir. Ölümün skandal olarak temsilinin iki temel işlevi bulunmaktadır: İlk olarak, ölümün canavarca bir ruhun, bir sapkınlığın ya da bir aşırılığın ifadesi olarak bu sıra dışı sunumu toplumsal, ruhsal ya da politik içeriği dışlamaktadır. Doğal olamayan bütün ölümleri bir dehşet ekseninde birbirine eşitlemektedir. İkinci olarak da ölümü hayatımızın merkezine taşıyarak ve bizi sıra dışı ölüm görüntülerine maruz bırakarak, aslında ölümü hayatımızın tümüyle dışına atmaktadır. Ölüm artık doğal bir son değil, bir sapmadır. Evin dışında bir yerlere, tehlikeli kavşaklara, kaygan yollara, izbe sokaklara, ıssız mezarlara, hapishane hücrelerine, aklın kıyılarına doğru itelenmiş; şehrin varoşlarına, ülkenin taşrasına, bambaşka kuralların olduğu ülkelere sürülmüştür ölüm”[1]. Doğal olmayan ölüm biçimlerinin gittikçe sınıfsal ve etnik bir kimlik edindiği, doğal yollarla ölmenin sadece egemen sınıflara ait bir ayrıcalık haline geldiği bir zamanda yaşıyoruz. Savaşlarda, sokak cinayetlerinde, iş kazalarında, iç isyanlarda ölüm şerbetini içenlerin çoğunlukla hangi sınıfsal, cinsel ve etnik kimliğe mensup olduklarının ortaya koyduğu tablo insanlığın en azından ölüm karşısında eşit olma idealini bile ortadan kaldırmıştır. Ölümün eşitlikçiliği son bulmuş, gücü yeten parasını verip ölümü kendinden ve ailesinden uzaklaştırabilmektedir. Sağlık, burjuvazi açısından eceliyle ölmeyi bekleme ayrıcalığına dönüşmüştür. Gazetelerin ölüm haberleriyle süslenmiş üçüncü sayfaları aynı zamanda bu sınıfsal korkunun da en açık ifade bulduğu sayfalardır. O sayfalarda Nurdan Gürbilek’in de dikkat çektiği gibi “cani anneler, vicdansız babalar, parçalanmış aileler, sönmüş hayatlar vardır; hayatları cinnete ve cinayete açık, her an ölebilir, her an öldürebilir insanlar vardır. Ama hepsi de öteki sınıftandır. Orada dehşet daima aşağı sınıfın kaderi olan bir kötülüğün, yoksul kitlelerin neredeyse doğuştan getirdikleri bir patolojik nüvenin görünümüdür”. George Bataille, Edebiyat ve Kötülük adlı çalışmasında yoksullardan duyulan korkunun nedenini burada aramıştır. Bataille’a göre zenginlerin işçilerden korkması, küçük burjuvaların işçileşme tehlikesi karşısında duydukları panik hali, onların gözünde yoksulların ölüme daha yakın olmalarından kaynaklanmaktadır.

Yoksul insanların bu topraklarda eceliyle ölmesini adeta bir lüks haline getiren devlet şiddetinin otuz yıllık serüveninde ilk kurbanlar Roboski’de yaşayan yoksullar olmadığı gibi son kurbanlar da onlar olmayacaktır. Devletin, ölüm ve yaşam üzerindeki egemenlik olduğunu ve devletlerin tarihinin her zaman bir katliamlar tarihi olduğunu çok iyi biliyoruz. Liberallerin sürekli dillerine doladıkları barış sözcüğü ve “karşılıklı silahlar sussun” çağrıları devletin yapısal şiddetini ve her devletin bir ölüm makinası olma gerçeğini gizleme çabasından öte bir şey ifade etmemektedir.  Barış, devletlerin ölüm yürüyüşlerine ara vermelerini sağlamak değil, bütün şiddetin ve savaşların kaynağı olan devlet denilen kötülük şebekesini ortadan kaldırma mücadelesi olmalıdır. Bizim öğle yemeğine kalmamızı ısrarla teklif eden Roboski köylülerini zamanımızın olmadığına ikna edip Hakkâri yoluna girdiğimizde üzerimize sinen sefalet ve ölüm laneti yol boyunca bizi derin bir sessizliğe gömmüştü bile…



[1] Medya Mahrem - Medyada Mahrem Olgusu ve Transparan Bir Yaşamdan Parçalar
Editör: Hüseyin Köse, Ayrıntı Yayınları, s.79

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder