Foucault’cu fokoculuk
‘77 1 Mayıs’ının 35. yıldönümünde, hurafeler ve saptırmalar eşliğinde bir “sol ve şiddet” tartışması yaşadık. Birikim’in şubat sayısında ise yılların çevirmeni Işık Ergüden, “1970’li yıllar Türkiye’sinden bir silahlı propaganda deneyimi: MLSPB” başlıklı yazısıyla konuya “damardan” bir giriş yapmıştı. Bunu, Isabelle Sommier’nin “Devrimci Şiddet” kitabının çevirisi takip etti. Her tür muhalefetin “terör” torbasına atıldığı bugünlerde, Ergüden’le solun şiddetle ilişkisini, bir avangard sanat olarak silahlı propagandayı, bugünün mücadele biçimlerini konuştuk...
1 Mayıs 1977 tartışmalarının ardından, sağın çeşitli renklerinden gazeteciler ve siyasetçiler solun şiddetle hesaplaşması gerektiğini buyurdular, 12 Eylül öncesinde hem sol hem sağ şiddetin derin devlet tarafından kışkırtıldığı tezi yinelendi, bir yandan da—bir ucu darbeciliğe ve ulusalcılığa, bir ucu da PKK’ye erişecek şekilde— solun bütününün şiddet yöntemiyle ilişkili olduğunu kabullendirmeye çalıştılar. Aynı sıralarda, Birikim’de bir yazıyla sol tarihte bir araç olarak şiddeti açıkça benimsemiş örgütlerden MLSPB’nin (Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği) tarihine girizgâh niteliğinde bir yazı kaleme aldınız. Bu tartışmalar ışığında bu yazıya hazırlanırken muradınız neydi?
Işık Ergüden: Öncelikle 1 Mayıs 1977 tartışmalarında gündeme gelen “sol içi şiddet” açısından bakarsak, paradoksal gibi gelebilir ama, ‘70’li yıllardaki sol içi çatışmanın asıl muhatabı o dönemin silahlı sol grupları ya da silahlı propaganda grupları değildir. Sol içi şiddet diye adlandırılan şey, esasen, uluslararası boyutta SBKP-ÇKP ve daha sonra Arnavutluk’un da ayrı bir kutup olarak katıldığı çatışmanın Türkiye’ye yansımasıdır. O dönemin uluslararası komünist hareketinde birer odak olma iddiasındaki bu hegemonik güçlere bağlı olan, siyasî çizgilerini bir tür emir-komuta ilişkisi altında oluşturmaya çalışan ve bir yanda TKP’nin, diğer yanda Aydınlık çizgisinin başı çektiği, birbirlerini “Maocu bozkurt” ve “sosyal faşist” diye niteleyerek muhtemelen olası bir hegemonyanın rakibi olarak görüp öncelikle birbirlerini yok etmeye çalışan grupların eseridir. THKP-C çizgisi ve bu çizgiden türeyen gruplar daha başından itibaren kendilerini bu uluslararası çatışmanın dışında konumlandırmaya ve mümkün olduğunca her iki odaktan da bağımsız bir çizgi geliştirmeye özen göstermişlerdir. Dolayısıyla böyle bir çatışmanın muhatabı THKP-C çizgisi değildir; bu çizgideki silahlı propaganda grupları hiç değildir. Onlar esas olarak güçlerini ve mücadelelerini “oligarşi” olarak adlandırdıkları iktidar blokuna yöneltmişlerdi, solun herhangi bir kesimini tasfiye etmeyi bir amaç olarak önlerine koymamışlardı. TKP ve türevleri ile Aydınlık ve türevleri ise, ağız birliği içerisinde silahlı propaganda gruplarını “sol sapma”, “goşist” vb. diye nitelerken, birbirlerini de baş düşman görerek yok etmeyi amaç edinmişlerdi... Dolayısıyla, devlet açısından provokatif bir durum doğmuşsa, ki doğmuştur, bunun sorumlusu, tuhaf bir şekilde, öncelikle bugün de solu şiddete başvurmakla suçlayan kesimin kendisidir. Örneğin MLSPB, çatışma ortamının etkisiyle ‘77 1 Mayıs’ına katılmama kararı almıştı… Dolayısıyla, sol içi şiddetin öznesi olmuş gruplarla siyasal iktidara, devlete karşı devrimci şiddeti bir yöntem olarak benimsemiş grupların farkını öncelikle ortaya koymak gerekir. İkinci olarak, solun şiddetle hesaplaşması gerektiğini buyuranların, özellikle de sol liberal kesim içinden bunu buyuranların sapla samanı kasıtlı olarak birbirine karıştırdığı ve olası liberalleşme beklentileriyle birlikte burjuvaziye, siyasal iktidarlara gösterdikleri hoşgörüyle ters orantılı olarak sol adını taşıyan neredeyse her şeye karşı bir nefret söylemi üretmelerini de tamamen sınıfsal konumlarına, hem maddî hem de entelektüel sermaye sahibi olmaya bağlıyorum... Yazıyı neden yazdığıma gelince, 1970’li yıllardaki sol hareketlerin anlatısının büyük ölçüde eksik yapılmış olduğu, hayatlarını, gençliklerini bu mücadeleye adamış, feda etmiş sayısız insana, arkadaşlarımızın anılarına haksızlık edildiği, cesetlerinin üzerine basıldığı gibi bir duygunun sonucu öncelikle. “Bunlar da vardı, neden bunlardan söz etmiyorsunuz” deme isteği... Sol hareketlerde de bir tür resmî tarih şekillenmesi yaşandığı, kitlesel ya da ana akım denebilecek hareketlerin kendi eksenlerinden tarihi aktardıkları, bugün kimi sol örgütlerde yer alan insanların kendi perspektiflerinden tarihi kurguladıkları görülüyor. Bu yüzden, başka olgulara da dikkat çekmek için özellikle o yazıyı kaleme aldım. Ayrıca, bugünün gençlerinin hem tarihsel belleğine katkıda bulunmak hem de ellerine farklı bir alet edevat sunmak gibi de bir amacım vardı.
Yazıda şöyle diyorsunuz: “Geçmiş, çakılıp kalınacak, üstüne menkıbeler inşa edilecek bir alan değildir; şimdiki zamanın içinde, geçip giden hayatın içinde tekrar tekrar can bulur. Dolayısıyla, bu şimdiki zamanın içinde yeni sorunlarla ve imkânlarla her karşılaştığımızda hatırladığımız geçmiş de bu şimdiki zamandaki geçmiştir.” ‘70’leri gösterip bugünkü sola vurmaya çalışmak, ‘70’lerdeki şiddetin nedenlerini gözardı etmeye de yol açmıyor mu?
Tabii. Daha öncesine de gidilebilir ama, T.C.’nin kuruluşuyla başlayan bir şiddet olayı var zaten: Mustafa Suphi’lerin aldatılıp öldürülmesi, Ermeni soykırımına uzanabilecek, Dersim’e gidebilecek bir devlet şiddeti, egemenlerin şiddeti var. NATO’yla başlayan dönemde de, Komünizmle Mücadele Derneği gibi örgütlenmelerle, Sovyet sınırındaki Türkiye’nin konumlandırılma biçimi var. Faşist ve İslâmcı akımların komünistlere karşı kullanılmak üzere güçlendirilmesi, silahlandırılması, Özel Harp Daireleri, paramiliter uzantıları var. ‘60 sonrası hareketler, aynı zamanda, bunlara tepkinin sonucu. Faşistlerin, polislerin öldürdüğü insanlar, Kanlı Pazar derken, devrimciler silaha sarıldı. Bunlar daha çok kendini, hareketi korumaya dönük şeylerdi. Bir yandan da, başka bir yol olmadığı, parlamenter demokrasi denen şeyin göstermelik olduğu, bunun aslında bir faşizm olduğu, buna silahla karşı koymak gerektiği, devrimin başka yolunun olmadığı şeklinde görüşler çıkıyordu. THKO’ya, THKP-C’ye, TİKKO’ya giden süreç zaten bunların ifadesi. Giderek bir devrim programı olarak benimseniyor şiddet, iktidarın başka herhangi bir muhalefet biçimine izin vermeyeceği tespitinden yola çıkarak. Bu tespiti haklı da görebiliriz. Yani iki ayrı belki, ama birbiriyle de kesişen süreçten bahsedebiliriz. Bir yanda daha kitlesel düzeyde özsavunmaya, gündelik hayatı sürdürmeye, yaşam alanlarını korumaya dönük bir şiddete başvurma yöntemi var, diğer yanda devrim programı olarak şiddet. ‘70’li yıllara geldiğimizde faşist saldırıların, katliamların boyutları ortada. O koşullarda devrimciler silaha sarılmasaydı demek biraz abes bir durum. “Vietnamlılar Amerika’ya karşı savaşmasaydı”, “Cezayirliler Fransızlara direnmeseydi” demek gibi bir şey. Diğer yandan, stratejik olarak silahlı mücadeleyi benimseyen gruplarınkini de kör bir şiddet gibi anlamamak lâzım. Rastgele yapılan, her önüne gelenin, hatta her faşistin öldürüldüğü bir süreç değildi. Hedefleri mümkün olduğunca seçerek, etkilerini değerlendirerek yaşandı o strateji. Silahlı mücadeleden ayırır kendisini silahlı propaganda. Orada amaç silah değil, şiddet değil, esas olan propaganda. Ama bunu yapmanın bir yolu, yordamı olarak da silah gündeme geliyor. Bu, illâ silaha başvurulacağı anlamına da gelmiyor. O zamanki silahlı mücadele anlayışı, daha çok bir halk örgütünün, iki ordunun ya da bir orduyla bir gerilla birliğinin karşı karşıya gelmesi demekti. Silahlı propaganda bundan farklı, eline silah alıp sağa sola ateş etmek, asker, polis diye herkesi öldürmeye kalkmak değil. Tamamen seçerek, politik etkisini, propaganda etkisini düşünerek bir eylem tasarlıyorsun... Soruda geçen “geçmişe çakılıp kalmamak” özellikle önemli. Geçmişi mümkün olduğunca her boyutuyla ortaya sermek, belleğin parçalarını bir araya getirmek önemli olsa da, bundan menkıbeler türetmek de hiç gerekmiyor. Hayat akıyor. Bugünün bambaşka —ya da diyelim çok benzer— gerçeklikleri içinde söyleyecek yeni laflarımız, o günden bugüne taşıyacağımız, taşıdığımız için de içine zamanın tozunu toprağını kattığımız sözlerimiz olmalı. Yoksa “yaşadım!” diyebilmenin bir anlamı kalmaz. Askerlik anılarıyla, gençlik hatıratlarıyla bugünü yaşamak imkânsız..
.
1 Mayıs’larda birkaç bankanın camını indirmek, terör faaliyeti olarak gösteriliyor. Son 1 Mayıs’ta Mecidiyeköy’de silahsız eylemcilerin polisle çatışması üzerine bazı anarşist gruplara ev baskınları düzenlendi, dokuz kişi tutuklandı. Halbuki anlatıldığı gibi bu eylemlerde “küçük esnafın ekmeğiyle oynanıyor” değil. Anlık gelişen eylemlerde de hedefler seçiliyor, ama şiddetin boyutları ‘70’lerle karşılaştırılamaz herhalde. Buna mukabil, devlet şiddetinin boyutları çok daha aşırı.
‘70’lerdeki bazı grupların hedefi, oligarşi diye tanımlanan bir azınlık gruptur. Bunun içinde Amerikan emperyalizmi vardır, tekelci burjuvazi, “işbirlikçiler” denen kesim vardır ve esasen hedef bunlardır. Devletin, iktidarın ya da sistemin “beynine” yönelik eylemler esas alınır. ‘70’li yıllarda anti-faşist mücadele de silahlı mücadelenin hedefleri arasına girdi ama, bu her zaman için sorunlu olmuştur. Bunu devletin bilerek önümüze çıkardığını düşünenler de, bu alana hiç girmeden silahlı mücadeleyi sürdürmeye çalışan gruplar da olmuştur. Çünkü bunu bir tür ayak bağı, esas hedefin önünde bir engel olarak görmüşlerdir. Pratikte o şekilde yürümemişti tabii. Yaşam sorunu vardı, okullarına gidemiyordu insanlar, mahallelerinden çıkamıyorlardı ya da... 1970’li yıllar, devletin şiddetinin, ikna ya da pasifikasyon gücünün bugünkü kadar gelişmiş, sofistike olmadığı yıllar elbette... Evet, paramiliter güçler var ortada, ama devlet onlara muhtaç bir anlamda. Ayrıca sol hareketin Türkiye topraklarında görüp göreceği en kitlesel, en kalabalık dönemlerden biri olduğu da söylenebilir. Dolayısıyla o koşullarda sistemle devrimci güçler arasındaki ilişki ve denge bugünkü koşullardan çok farklı. Bugünün “denetim ve güvenlik” devleti konsepti çok daha güçlü bir yapıda, muhalif kesimin gücü ise çok daha cılız, etkisizleştirilmiş, bu nedenle belli bir güç dengesi oluşamadığından sistem açısından her itirazı susturmak, engellemek daha kolay ve daha yaygın bir durum.
12 Eylül’ün “kardeş kardeşi vurdu” söylemine “sağcının kullandığı silahı ertesi gün solcu kullanıyordu” iddiasıyla döndük…
Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum, zira faşist hareketi esasen devlet güçlendirdi. NATO stratejileriyle, kontrgerilla örgütleriyle geliştirilen bir alan bu. MHP yayınlarına, benzerlerine baksak, bunun izlerini hep görürüz. Komando kampları var, polisin, devletin tamamen yanlı tutumu var, Demirel’in “bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” lafı var. 12 Eylül’den sonra MHP “fikrimiz iktidarda, kendimiz içerdeyiz” dedi… Nesnel olarak devlet ve onun paramiliter güçlerinin, yükselen işçi hareketinin, öğrenci hareketinin, köylü hareketinin önüne çıkardığı, bunu yaparken de “komünizm”, “vatan-millet” edebiyatının arkasına sığındığı bir hareket… Devrimcilerin de bunu püskürtmek adına yaptıkları bir mücadele var. Yani, birbirine denk şeyler değil bir defa.
Isabelle Sommier’nin “Devrimci Şiddet” başlıklı kitabı bu ay sizin çevirinizle yayınlandı. Sommier, Almanya, İtalya, Fransa, Japonya ve ABD’de aynı dönemlerde, 1970 civarında ortaya çıkmış benzer örgütleri özgün niteliklerini, yerel özelliklerini de vurgulayarak anlatıyor. Bunlar, bugün bol keseden kullanılan “terör”ü yöntem olarak gerçek mânâda benimsemiş örgütler: Almanya’da RAF, İtalya’da Kızıl Tugaylar, Fransa’da Doğrudan Eylem, Japonya’da Japon Kızıl Ordusu, ABD’de Weather Underground Organization…
‘68’in devamı aslında bunlar. Türkiye’dekine az çok benzer bir tartışma oralarda da yürümüş anladığım kadarıyla. Genelde ‘68’e bir övgü, bir güzelleme yapılıyor, ama şiddet bundan bağımsız görülüyor. Bu araştırma, bu örgütlerin ‘68’in devamı olduğunu ortaya koyuyor. ‘68’i kapitalizme karşı bir isyan hareketi olarak görebiliriz, ki sırf bir öğrenci hareketi değil ‘68, çok ciddi işçi direnişleri, grevler, fabrika işgalleri de var. Bu hareketlerin aldığı bir biçim diyebiliriz bu örgütlere, ama her ülkede farklı farklı şekilleniyor tabii. Şöyle ilginç bir ortaklık da var, özellikle Avrupa, bir de Japonya için söylenebilir: Bu hareketlerin geliştiği ülkeler, II. Dünya Savaşı’nda faşizmin olduğu ülkeler. Genç kuşak, faşizmin yok olmadığının, demokrasiye falan geçilmediğinin, kadroların, anlayışın aynı olduğunun farkında. Almanya ve Japonya’da bir tür sömürgeleştirme söz konusu . Savaşın mağlubu ilan edilerek Almanya her tür ordudan bağımsızlaştırılıyor, Japonya’nın her yerinde Amerikan üsleri var…
Bu örgütlerin hepsinde bir anti-ABD vurgusu var zaten…
Evet. Aldıkları biçimler farklı tabii. İtalya’daki örgütlerin geniş kitle örgütlenmeleri var, RAF ise Batı Almanya’da neredeyse hiçbir kitle çalışması yapmıyor. Japonya’daki ise çok garip bir hareket. Öncesinde çok ciddi bir öğrenci muhalefeti var, ama Japon Kızıl Ordusu daha çok Ortadoğu, Filistin sorunu ve oradaki ilişkileri üzerinden, uçak kaçırma gibi uluslararası sansasyon yaratacak eylemlerle kendini gösteriyor. İtalya’da hareket kitlesel, ama orada faşist örgütlenme de var. Bologna Garı’nda bomba patlatıyorlar, yüzün üzerinde insan ölüyor mesela. Her an darbe beklentisi var İtalya’da.
Bu kitaba Türkiye’den bir örgüt katsaydık, kimi katardık?
‘70’lere gelirken silahlı hareket esas olarak üç kolda yürüyordu: THKO, THKP-C ve TKPML - TİKKO. ‘74 sonrasında THKO geleneğinden silahlı grup pek çıkmıyor. TDY’ciler var, ama onlar da çok küçük bir grup. Hüseyin İnan’ın yazdığı “Türkiye Devriminin Yolu” broşüründen hareket ediyorlar, o broşürde daha çok Küba değerlendirmesi üzerinden bir Türkiye tahlili var… ‘70’li yıllar, büyük oranda THKP-C’li yıllar demek. Dev-Yol, Kurtuluş gibi bir skalayı da düşünürsek, bayağı geniş bir kitlesel durum söz konusu.
Diğer ülkelerden en çok hangisine benziyor Türkiye’nin ve THKP-C’nin durumu? Benzerlikleri, farklılıkları neler?
THKP-C’nin de öncülü, ‘60’lardaki toplumsal hareketler tabii. İşçi hareketiyle, öğrenci, köylü hareketleriyle birlikte düşünmek lâzım. THKP-C’nin oluşum süreci de hızlı. Ne kadar tamamlanmıştır, tartışmalı. THKP-C’ye dair en önemli belge “Kesintisiz”dir. “Kesintisiz 1” olarak adlandırılan belgeyle “Kesintisiz 2-3” arasında da ideolojik, terminolojik farklar vardır. Oradan oraya nasıl geçildiğini ben de şahsen merak ediyorum.
İki belge, dolayısıyla iki tercih arasındaki temel ideolojik farklar ne?
Bir kere, “yeni sömürgecilik” tespiti var. Türkiye’de daha önce yarı-sömürge, yarı-feodal tespitleri var genellikle. Yeni sömürgecilik ise, bugüne kadar uzanabilecek bir yolun öncülü gibi. Emperyalizmi gizli işgal statüsüne koyuyor ve ülkedeki egemen ilişkilerin içinde bir unsur olarak görüyor. Eskiden olduğu gibi emperyalizm topla tüfekle girmez, sermaye ihracının çeşitli biçimleriyle girer diyor. Hamasi bir Amerikan karşıtlığıyla bir yere varılamayacağı bugün daha net görülüyor. Bunun ulusalcı versiyonlara sıçrama ihtimalini de az çok gördük. O gizliliğin tespiti önemli gibi geliyor bana. Yine “sunî denge” kavramı var “2-3”te. Iskalanan bir kavram, yahut “sunî denge her an bozulabilir” gibi bakılıyor. Halbuki her an bozulup da insanlar isyan edecek değil. Benim hissettiğim vurgu şöyleydi: Bütün çelişkiler olgunken neden insanlar isyan etmez, bunu engelleyen mekanizmalar nelerdir?.. Daha sonraki okumalarımızda da, Althusser’in “devletin ideolojik aygıtları”nı, Chomsky’nin “rıza imalâtı”nı, Gramsci’nin “hegemonya”sını gördük. Bunlar hep “sunî denge” kavramının içini doldurabilecek şeyler: İnsanlar şu şu nedenlerle isyan etmiyor ve bu da bugünden yarına halledilebilecek bir şey değil... Mahir Çayan bu kavramları nereden buldu, geliştirdi, bilemiyorum. Bu hareket, Tükiye’deki geleneksel düşüncenin biraz dışına çıkmaya çalıştığına dair bir izlenim bırakıyor. Pratiğine de baktığımızda, Kızıldere öncesi birkaç eylem vardır, onlar da banka soygunu, adam kaçırma. Kızıldere’yle zaten bu pratik sona eriyor. Sonraki süreçte de pek bir kadro aktarımı yok.
Dolayısıyla THKP-C de RAF, Kızıl Tugaylar gibi bir örgüt değil tam olarak...
Tabii. Ama çok hızlı yaşanmış, irade dışı bir şekilde kesintiye uğramış bir süreç. Silahlı mücadele de zaten hiçbir zaman körü körüne, sadece silah demek değil sol açısından. Solun dünyaya, insanlara bakışı bunun önünde engeldir zaten. Mümkün olduğunca “iyi” hedefleri bulmayı amaçlamak söz konusudur. THKP-C için de, sonraki hareketler için de esas hedef kitleselleşmekti. RAF’ın mesela, böyle bir niyeti asla yok. Sistemin beynine vurup orada hasara yol açmayı, zayıflatıp çökertmeyi amaçlıyorlardı. Ama Türkiye’de bunun böyle olamayacağına, bunun ancak kitleselleşerek mümkün olabileceğine dair kesin bir inanç vardı. Bu yüzden de devrim bugünden yarına olabilir bir şey olarak görülmedi. “Bu uzun vadeli bir süreçtir, biz bunun belki öncüsüyüz, belki değiliz, arkadan kitlelerin katılması lâzım, bu dolambaçlı, engebeli bir yoldur” dendi. “Kesintisizler”de devrimin aşamaları çizilir, bugünden bakıldığında komik de gelebilir, belki hayat hiçbir zaman böyle işlemiyor ama, şehir gerillasının yaratılması, ardından kır gerillasının yaratılması, şehir gerillasının geliştirilmesi, halk ordusunun kurulması, denge oluşturulması, tekrar şehirlerin kuşatılması gibi karmaşık ve uzun bir süreç öngörülür, ki THKP-C bunun en başında yok edildi. ‘74-’80 arasındakiler de çok kısa sürmüş hareketler.
Silahlı propagandayı en çok benimsemiş olan MLSPB mi?
Değil tabii. THKP-C Eylem Birliği var mesela, daha çok Ege bölgesinde faaliyet gösterdi. Acilciler var, Halkın Devrimci Öncüleri var, Devrim Savaşçıları var, daha başka gruplar var. MLSPB’yi o zamanki basın Avrupa’daki örgütlerle çok örtüştürdü, “Türkiye’nin Kızıl Tugaylar’ı” gibi manşetler atıldı. RAF’la da örtüştürmek mümkün, ama aslında Tupamarolarla daha fazla benzerlik kurulabilir. O da propagandaya önem veren, mümkün olduğunca az silah kullanarak en fazla etkiyi yaratmaya çalışan bir hareketti.
Kaçar kişilik örgütlerden bahsediyoruz?
MLSPB toplam dava iddianameleri, herhalde bin kişiyi kapsıyordur. Kadro düzeyinde baksak, idam verilenlere, müebbet alanlara, ölenlere baksak, elli-yüz arasıdır… Birikim’deki yazıyı yazmamın asıl amacı, insanların bunları bilmemesi. Birçok insan hayatını feda etti, birçok arkadaşımız çatışmada, işkencede öldürüldü. Sayısız insan direndi. Cezaevlerinde direndiler, yaptıklarını, eylemlerini mahkemelerde savundular. Silahlı örgütlerin hiçbiri “biz örgüt değildik” demedi. Bunların unutulmaması gerekir. Doğrudur, yanlıştır, üzerinde tartışılır, başka sonuçlar çıkartılabilir, bu ayrı bir konu, fakat bunlar vardı, bunları yok saymak doğru değil. O yüzden bunu öncelikle yazmak istedim. Bir de yakınlarda Birikim “silahlı mücadele” diye bir sayı yaptı. Onu okuyunca sinirlendim. RAF var, Türkiye’den bir Dev-Yol’cuyla uzun bir röportaj var, başka da tek satır yok. Halbuki o dönem Dev-Yol’un silahlı mücadeleyle ilişkisi programatik bir ilişki değil, savunma niteliğinde, kendiliğinden gelişen bir süreç. Ama bunu program olarak önüne koymuş hareketler vardı. Öyle bir sayıda bunların yer alması gerekirdi.
Yazınızda otobiyografik unsurlar da var…
“Hapishane Çağı”nı da otobiyografik kaygılarla kendi kafamı netleştirmek için yazmıştım. Sonra bundan daha geriye dönmeyi düşündüm. O dönem içinde bulunduğum hareket özelinde, mümkünse o dönemki diğer silahlı hareketleri de kapsayacak bir şeyler yazmayı hayal ediyordum. Zor bir konu, çünkü bu hareketlerin yazıları sınırlı sayıda. Bugün onlara ulaşmak büyük oranda imkânsız. Geriye kalan, eylemleri, pratikleri. O pratiklere ulaşmak da zor, mesela MLSPB’nin o dönemde 1 no’lu bülteni vardı, eylemleri sıralıyor, üstleniyordu, ona bile ulaşmak zor. Daha sonra savunma olarak hazırlanan bir kitap var, “Şafak Yargılanamaz” diye, orada eylemler mevcut. Geriye gazeteler kalıyor. Isabelle Sommier’ninki gibi bir kitap yapmak zor. Orada olan eylemler de, eylemleri yapanlar da az çok belli. Ama Türkiye’nin o yılları çok karmaşık.
Çok da örgüt var, değil mi? Bunca seçenek arasında tercih yapmak zor değil miydi?
Buna genel bir cevap vermek zor. Herkesin ilişkide olduğu çevreyle ilgili. “Hepsini inceledim de şuna karar verdim” demek çok zor. Bunu demiş insan var mıdır? Bunun çok da önemli olduğunu düşünmüyorum. O dönemi, insanların özgürlük, adalet, eşitlik arayışı, bunun çeşitli tezahürleri olarak düşünüyorum. Herkes aklının, yüreğinin yettiği kadarıyla bir tavır aldı. Yazıda da belirttiğim gibi, 15-25 yaş arasıdır o dönemin insanları, 25’in üzeri azdır. Şimdi bizim çocuklarımız o yaşa geldi. Yapılan, göze alınan şeylerin çok büyük olduğunu düşünüyorum. Bugün o yaştaki insanların pek göze alabileceği şeyler değil. Sonradan tukaka edilmeye çalışıldı, bir yığın psikolojik etkenle açıklanmaya çalışıldı ama, bana kalırsa, insanların kendilerinden vazgeçerek bir şeyler yapmak, dünyayı değiştirmek istemeleri hâlâ önemli. Bu da herhalde yaşanabilecek en yüce, en güzel duygulardan biri.
Bu dönemin az yazılmış çizilmiş olması da ilginç değil mi? Hatıratlar dışında, edebiyata, sinemaya da verimli aslında...
Bunların bilinmesi birçok açıdan önemli. Geçmişte neler yapıldı, insanlar bunu bilsin, yine tercihlerini buna göre yapsın. Bu tür hareketlerde suskunluk da var. Ağır bir durum. Başka bir yerden baksan, Raskolnikov’vari hesaplaşmalara da götürebilecek bir şey... Belki insanlar bu hesaplaşmalara şahsî olarak girmek istememiş de olabilirler. Hapishanelerde, dışarıda ciddi bir ezilme oldu. Özal döneminde başlayan köşeyi dönme edebiyatı insanları etkiledi. İçeriden çıkan çoğu insan sisteme uyum sağlamaya çalıştı, geçmişini inkâr eden, unutan insanlar da oldu. Bu insanların devrimci olma sürecindeki tercih nedenleriyle ilintilidir belki bu. Mafyalaşma içine girenler de oldu. Dağılma, parçalanma gibi çok boyutlu bir süreç yaşandı. Sistem karşısında o değerleri, geçmişteki varlıklarını savunarak, dönüştererek savunan insan az.
Demin MLSPB’nin asıl Tupamarolardan etkilenmiş olduğunu söylediniz. Ne tür eylemler benzeşiyordu?
Migros kamyonları kaçırılıp gecekondu bölgelerinde halka dağıtılırdı mesela. Propaganda amaçlı banka soygunlarına “kamulaştırma” deniyordu. Bunlar hep Tupamaroların eylem tarzına yakın. Batı Avrupa’daki silahlı hareketlere özel bir yakınlıkla bakılmadı. Onlar metropol ülkelerdi o zamanki anlayış çerçevesinde. Ama bunlar belirleyici yanlar değil. Esasen bir THKP-C çizgisi ve onun sürdürülmesine odaklanmış bir hareketti. Daha çok buranın tespitini ele alan bir yapı... MLSPB militanlarının çoğunluğunun, siyasî pratiklerinde ve eylemlerinde olduğu kadar, şubelerde, hapishanelerde, işkencehanelerde de yaşattıkları tavizsiz, onurlu tavrı ve bu tavrın ideolojik bir bağnazlığın izini taşıyarak değil, bir tür “şenlik” havasında, doğallığında fütursuzca yaşanması, onları politik bir tutumun da ötesinde etik bir duruşa yakınlaştırıyor, belki de Batı Avrupa’da RAF gibi örgütlerin etrafında örülü haleyle benzeştiriyor.
THKP-C çizgisi bir yana evde Mahir Çayan’ın resmini bulundurmak bile iddianamelere suç delili olarak giriyor bugün…
Çok temel bir fark var gibi geliyor bana. 12 Eylül’de yakalanırsın, bir-üç-beş ay şubede işkencedesin, konuşmazsın, çözülmezsin, hakkında da delil yoktur, sonuçta mahkemeye girsen bile bırakılırsın. Son yıllarda böyle olmuyor. İşkence yoksa da, neyle suçlandığını bilmiyorsun. Senin özel olarak kimse ifadeni de istemiyor. Hakkında ifade olması da gerekmiyor. Şüpheli, muhalif görülmen yetiyor, uzun süre hapiste kalıyorsun. O zamanki hukuk içerisinde bile birtakım nesnel verilere ihtiyaç duyuluyordu, bir ifade olması gerekiyordu, sen demelisin ki “ben falanca örgütün şurasında burasındayım, şu eylemlere katıldım”. Ya da senin hakkında birinin bunu demesi gerekiyor. Bugün kimseden böyle bir ifade alınmıyor. Bugün insanlar normal faaliyetlerinden ötürü tutuklanıyor, gazeteciyse yazıları suç olmaya başlıyor. Öcalan’ın avukatıysan, bir döneme kadar avukatlığını yapıyorsun, sonra yaptığın her şey suç haline geliyor. Neyin ne zaman, ne aşamada suç olacağı meçhul...
‘70’lerden, MLSPB’den bakınca, taş ve Molotof nasıl geliyor “silah” olarak size?
(gülüyor) Alâkasız tabii. Silahlı mücadele ya da propaganda kapsamında olmadıkları çok açık. Zaten artık neyin terör tanımı içerisine girdiği meçhul. Kitaplar, yazılar… “Örgüt üyesi olmadığı halde örgütü destekleyen faaliyetler” gibi muğlak tanımlar var. Kapitalist sistem düzeyinde hukukun yeri, işlevi değişti aslında... “Aksi kanıtlanana kadar herkes suçsuzdur”dan “aksi kanıtlanana kadar herkes suçludur” zihniyetine geçildi. “Terörizm” algısı herkesi, hepimizi kapsayabilecek boyutta... 11 Eylül’den sonra “terörist” kavramı çok daha geniş kesimlere uygulanıyor. Sanıyorum en son Kanada’da çevreyle ilgili eylemlere katılanları da terörist olarak nitelemeye başladılar. Güvenlik devletinin, totaliter, baskıcı devlet modelinin yerleşmesi söz konusu. Muhalif olan herkesi terörist olarak niteleyebiliyorlar. Anlaşılan o ki, bunun için silahla bir ilişki de gerekmiyor.
Hapishaneler de değişti. “Hapishane Çağı”nda anlattığınız gibi, iyice modernize edilmiş ve yalıtılmış hücrelere döndüler…
Metris Cezaevi sabah akşam işkencenin olduğu bir yerdi; kaba dayak, her türlü işkence vardı. Sürekli marşlar çalınırdı. Gecenin bir vakti koğuşlara operasyon düzenlenirdi. Tek tip elbise giymediğin takdirde don gömlek kalıyorsun, ziyaretlere çıkamıyorsun, avukatla görüşemiyorsun, kitap yok, kalem yok, defter yok. Uzun yıllar böyle yaşadık. Sonra bizi de hücreye aldılar, Sağmalcılar Cezaevi’nde bir hücre sistemi kurmuşlardı, iki yıl kadar da orada kaldık. Kimseyle hiçbir ilişkin yok, yan tarafta hiç tanımadığın insanlar var, duvardan haberleşerek onlarla ilişki kurmaya çalışıyorsun, kapıdan yemek veren gardiyanı bile görmüyorsun… Ama tecridin, hele ki artık iyice modern koşullardaki tecrit sistemlerinin steril bir ölüm sağladığı, kurşunsuz öldürdüğü bir gerçek. İnsan dediğin sosyal ilişkilerle kurulan bir varlık, bütün bunların parçalandığı bir süreç yaşıyorsun. F Tipi denilen, büyük oranda RAF’ların yaşadığının tekrarı büyük ihtimalle. Çok daha modernleşmiş baskı yöntemlerinin olduğu kesin. Ama yıllar yıllar sonra o tecritten çıkıp da “devlet kaybetti, ben kazandım!” diyebilen RAF militanlarını görmek insana olan inancı tazeliyor...
Yazıda şöyle diyorsunuz: “İmkânsız politika: ‘Aşırı sol’ hareket kendini politik bir terminoloji ve eylem içinde ifade etmişse de, radikalliği, uzlaşmazlığı, pazarlıksızlığıyla, vakitsiz dünyaya gelmiş bir tür sanatsal avangarda daha yakındır.”
Evet, çok farklı açılardan yaklaşılabilir. Orada ilgimi çeken tekillik. Tekrarlanamaz olmak gibi: Marcel Duchamp’ın yaptığını bir daha tekrarlayamayız. John Cage’in sessizliğini bir daha tekrarlarsak, çok fazla anlam taşımayabilir. Onlar bir kere yapıldığında anlamlı. Avangard sanat bana hep öyle geliyor. Bir kereye mahsus, tekrarlanamayacak olan... Onun bir simülasyonunu yapamayız. Yine avangard sanat yapacaksak, söylenmemiş, yapılmamış başka bir tavrı denememiz gerekir. Silahlı propaganda kavramı da bana böyle geliyor. Silahlı propagandada çarpıcılık önemli, insanları sarsmak, etkilemek önemli. O yüzden seçici olmak, bütün o eylemi en ince ayrıntısına kadar tasarlamak, bir tür sanat eseri gibi düşünmek gerekiyor. Birçok eylemin de böyle olması için çalışılmıştır. Ama bu sürekli tekrarlanabilir, yaşanabilir bir nokta değil. Bunlar insanlık tarihinde birtakım anlar. RAF’ınkiler de, bir daha tekrarlanmayacak eylemler. Gerçekten de başka şeyler yapmak gerekir, aynı etkiyi yaratabilecek başka şeyler yapılabilir, bulunabilir. İnsanları konformizmlerinden sıyıracak, sarsacak şeyler... İnsanların dünyaya başka türlü bakacağı, gündelik hayatın rutinini kıracak şeyler... Birdenbire insanların işe gitmemesini, tüketmemesini sağlayacak eylemler yapmak lâzım belki de 2000’li yıllarda...
Duchamp’ın pisuarı ya da Cage’in sessizliği aynen tekrarlanmadı belki ama, çağdaş sanatın enstalasyonlarından elektronik müziğe, yepyeni bakış biçimlerine yol açtılar ve hatta kitleselleştiler. ‘70’lerin yöntemleri neye dönüşebilir?
20. yüzyıl tarihi boyunca silahlı propaganda, dünyanın her yerinde, Rus narodniklerinden Batı Almanya’ya, Latin Amerika’dan Türkiye’ye dek, hiçbir işe yaramadıysa, sömürücülerin, zorbaların rahat uyuyamamasını sağladı, ezilenlerin adalet duygusunu bir nebze de olsa karşıladı. Bugün de benzer işlevi görecek, belki başka araçlarla, başka bir dilde, ama aynı vicdan ve adalet duygusuna hitap edecek, insanlara bellek oluşturacak, isyan edilebilir olduğunu gösterecek yol, yordam gerekiyor... Bugün de her alan biraz gerilla mücadelesi gibi. İktidarın tek bir merkezi yok, bu iktidar çok dağılmış ve mücadeleler çok parçalı. HES’ler, nükleer, taşeronlaşma, sınıfsal sorunlar, yaşam alanlarımız, şehirlerin hali, mutenalaştırma, ranta dönüştürülen ormanlar, siyasal şiddet... Her alanda bir mücadele var. “Kolon” gibi. Geçmişteki o terimde bir gerilla odağı gibi düşünmek, her alanı tek başına, kendinden menkul gibi örgütleme çabası vardı. O geçmişin bugün aldığı bir biçim bence bu. Avangard, öncü olmanın bugünkü ifadeleri gibi. Kolon örgütlenmesinde, tek bir hücre bile kalsa bütün mücadele biçimlerini sürdürebilmektir amaçlanan, merkeze bağımlılıktan azade bir durum söz konusudur. Tek kalırız, dört-beş kişilik bir hücre, silahlı, politik, ideolojik, bütün faaliyetleri sürdürebilir olmamız gerekir, dergi de çıkartabilir olmalıyız mesela... Politik avangard, elbette tüm 20. yüzyıl pratiğine bakıldığında sorunlu bir kavram. 20. yüzyıl Bakunin’i haklı çıkardı. Ama bütün bu pratik ve teorik zenginlik üzerinden hayata yeniden bakabilmek gibi bir şansımız var, bunu kaçırmamalıyız. Bugün kapitalizmin yarattığı tahribat o kadar büyük ki, insanlar tepkilerini nasıl gösteriyorsa göstersin. Bu tepkiler bizim istediğimiz gibi olmayabilir ya da bu tepkileri tektipleştirmemiz hiç gerekmeyebilir. Aklı, yüreği neye el veriyorsa, herkes o şekilde isyan etmeli. Dünya tarihi böyle bir şey. Bu riskleri almadan hayat olmaz. Bugün de eldeki imkân neyse onu kullanıyor insanlar. Üstüne gelen panzere taş atıyor çocuk, ne yapsın atmayıp? Biber gazıyla çocuğu öldürdüler, ailesi tepki gösterdi, onlar da biber gazı yedi. O insanların hayatında belki böyle bir şey yoktu, belki muhalif bile değillerdi. Kimin nerede neyle karşılaşacağını, nasıl tepki göstereceğini, bunun ileride nasıl toplumsal hareketlere dönüşebileceğini bilemeyiz. Wall Street’i işgaller, Arap Baharı, bunlar belki hiçbirimizin tahayyülünde bile yoktu. Kim neyi bulabiliyorsa onunla isyan etsin, çünkü çok da zamanımız yok. ‘70’lerde belki daha çok seçeneğimiz, zamanımız vardı, “o mu doğru, bu mu” diye okuyorduk, ama bugünlerde sorun bu bile değil. Bu anlamda ideolojinin bile çok önemi yok, “Marksizmle alternatifleri arasındaki fark”, “yoksa anarşizm mi” gibi tartışmalar önemli değil. Her yerden saldıran, bütün yaşam alanlarımızı yok etmeye çalışan bir sistem var. Gezegen yok olacak, artık öyle bir noktadayız. Artık sorunun “aydınlanma” olmadığını, ya da aydınlanmanın sorun olduğunu, başka deyişle, bilgi ya da bilinç aktarımı sorunu olmadığını biliyoruz. Egemenlerin avangardı ya da entelektüelleri düşürmek istedikleri mahcubiyetten de çıkarak, farklı bir düzlemde isyan ateşlerini körüklemek gerektiğini, bu ateşler nerede yanıyorsa orada, o düzeyde, o zeminde olmak gerektiğini görebiliyoruz... Devletler ve sermaye zaten yeterince provokatif, yeterince saldırgan. Ne demokrasilerin, ne parlamentonun, ne parti türü örgütlerin sistemi rehabilite edebileceğini veya değiştirebileceğini görecek kadar çok şey yaşadık. Asıl politik olanı, gündelik hayatı değiştirme yönünde adım atmadıkça, üretim - tüketim mekanizmalarını parçalamadıkça pek bir şey olmayacağı ortada. Askere gitmiyorum, vergi vermiyorum, tüketmiyorum, emeğimi satmıyorum demek için, dayanışma ve takas ağları kurmak için, hatta, isteyene kürtaj yapacak ve ücretsiz sağlık hizmeti sunacak hastaneler, ücretsiz ve özgür eğitim imkânı sağlayacak okullar, doğayla uyumlu yaşam alanları kurmak için ne devrimin olmasını beklemeye ne de birilerinin bizim adımıza iktidar olmasını sağlamaya ihtiyaç var. Devrim şimdi ve burada hep olabilir: 2000’lerin gerilla mücadelesi, yeni silahlı propagandası, yeni fokoları buralarda... Tüm dünyada son yıllarda yaşanan deneyim buna işaret ediyor, yaşadığımız tüm sorunların müsebbibinin kapitalizm olduğunu, kapitalizmin kriz içinde olduğunu ve gündelik hayatlarımızın içinde bu ilişkileri parçalayabileceğimizi bize tekrar tekrar gösteriyor. Sorun iktidar sorunu değil. Sistem biziz aslında, onu biz her gün yeniden üretiyoruz gündelik hayatlarımızda, dolayısıyla tam da orada onu kırabilir, parçalayabilir, işlemez hale getirebiliriz...
Türkiye’deki belli başlı Foucault çevirmenlerinden birisiniz. İktidar, kapatılma, gözetlenme teknikleri deyince akla gelen başlıca düşünürlerden biri Foucault…
Mücadelenin aldığı biçimler itibariyle de öyle. Foucault, “spesifik entelektüel”den bahseder, ona göre artık Sartre tipi entelektüel ortadan kalkmıştır. Türkiye’de yaşanan da biraz öyle. Bir yığın lokal mücadele var, farklı farklı alanlar var, her alanda yürüyen iktidar karşıtı bir mücadele var. Beden üzerinde kurulan iktidar biçimleri, en son kürtaj tartışmaları, biyopolitik kavramının iyi bir örneği. Cezaevleri de öyle. Şehirlerin mutenalaştırılması, şehir içlerinin zenginlere ayrılması… İşyerleri var, zenginsen yüksek güvenlikli siteler, değilsen TOKİ evleri var, bir de alışveriş merkezleri var. Hep kapalı alanlar. Klasik Yunan anlamında insanlarla buluşup tartışabileceğin kamusal alanlar kalmıyor. Foucault’nun birörnek tatil köyleri üzerine yaptığı bir araştırma vardı, şimdi şehirler, şehir merkezleri de öyle. Paris’e, Madrid’e de gitsen, İstanbul’a da gelsen, aynı... Aslında Foucault çağında yaşıyoruz. Denetim ve gözetleme mekanizmaları, modern panoptikonlar kamusal ve özel her alanda, hayatın içinde. Sokaklar, meydanlar, bütün mekânlar gözetleniyor, cep telefonlarıyla, internetle özel hayatlar didik didik ediliyor, biyopolitik mekanizmalarla beden üzerinde denetim kuruluyor, iş ve aile hayatı arasında bölüştürülmüş, AVM’lerin, televizyonun, futbol maçlarının sunduğu gösteri imkânlarıyla çevrelenmiş hayatlar... İktisat ve güvenlik deyince akan sular duruyor, bütün her şey bunlara tâbi. Sistem bunlar üzerinden yürüyor. Hapishane hayatlar yaşıyoruz. “The Wall” filminin sahneleri gibi, tek sıra olmuş, bir makineye doğru öğütülmek üzere yürüyoruz... Bütün bunlara baktığımda, yeryüzünün bütün muktedirlerinin, devletlerinin, sermayelerine sermaye katan para babalarının üzerinden yeryüzünün tüm lanetlilerinin, ezilenlerin, sömürülenlerin, mülksüzlerin, dışlananların ahının, lanetinin eksik olmamasını diliyorum... Üstelik bunu, salt sınıfsal kaygılarla değil, —Leninist “ikameci” söylemi hatırlatsa bile— insanlık adına, kâr ve iktidar hırsıyla eritilen buzullar adına, yağmalanan ormanlar adına, soyu tüketilen hayvanlar adına, mutenalaştırılan şehirler adına, yaşam alanlarından sürülen halklar adına, dilsizleştirilen, kültürsüzleştirilen topluluklar adına, iğfal edilen bedenlerimiz ve ruhlarımız adına, aptallaştırılan beyinlerimiz adına da diliyorum... Enternasyonal’in o güzel sözleriyle, bu gerçekten “son kavgamız” artık, gezegenin zamanı kalmadı, zaman ve mekân adına ediyorum bu bedduayı... Bütün bu iktidar sahiplerinin, maddî ve manevî sermaye sahiplerinin, devletlilerin kendilerini bir an bile güvende hissetmemeleri, yataklarında huzurlu uyuyamamaları, en tatlı anlarında, orgazm olurken bile ezilenlerin lanetinden korkmaları, kale gibi güvenlikli sitelerinde, köşklerinde, bilmem hangi kozmik odalarında kendilerini, kasalarını güvensiz hissetmeleri en büyük dileğim... Ve insanım diyen herkesin de hem kendi adına hem kâinat adına bu dilekte bulunması, bu vahşi, talancı kapitalizmin, bu devletlerin yıkılması ve o muktedirlerin bu yıkıntının altında kalması için elinden geleni yapması gerektiği kanısındayım...
Söyleşi: Merve Erol
Express, sayı 129, Haziran 2012